Bu gelişimde biraz fazla kaldım memleketimde... Sonbaharın son günlerini, bir tablodan izler gibi izledim. En büyük sanatçı doğa ve onun sanatından hem de canlı canlı... Akarçay’ı görüyorum, kız kardeşimin evinin balkonundan. Terk edilmiş gibi duran Akarçay Kültür Parkı; hiçte yalnız değil. Her yer sararıp solarken; yeşil kalmaya çalışan çimenleri, hüzün turuncuna çalan farklı bitkileri, küçük boyları ile yaprağını dökmemek için inat eden ağaçları,  boşaltılmış süs havuzları,  yalnız kalmaya hazırlanan ahşap kamelyaları… Bunların arasında; dereden balık tutmaya çalışan birkaç meraklı balıkçıları, yürüyüşe çıkanların acele acele koşturmalarını, okulunu kıran bir grup gencin, kız arkadaşları ile kaçamaklarını, sonbaharla vedalaşırcasına ziyaret edişlerini izliyorum. Kuşlar, Akarçay’ı sınırlayan demir parmaklıklara konup dinleniyor sonra birden uçup bir başka parmaklığa konuyor. Yağmurun güneşle buluşmasını, gökkuşağının sarıvermesini görüyorum biraz ötelerden;  hazanın renkleri yetmiyormuş gibi yedi rengini katarak güzelleştirdiğini ortalığı.

 

Akarçay; özenle hazırlanan geniş yatağında; kendi türküsünü kendi söyleyerek gece gündüz durmadan kımıl kımıl salınıyor.  Gecesi de bir başka güzel… Işıklardan suya yansıyan gölgeler yakamozların ışıltısını andırırken, etrafında bulunan binalar; Akarçay’ı rahatsız etmemek için sessiz sakin tavırları ile zamanın saygı duruşunda gibiler.

 

 Akarçay’ın hangi yöne doğru aktığı konusunda görüntü olarak yanılıyorum. Hep batıya doğru aktığını zannediyorum. Rüzgârın dalgalandırması suyun batıya aktığı izlenimi veriyor. Erkek kardeşim bu yanılgımı gidermek için Akarçay boyunca yürüyüş teklif etti. ‘’Ben sana suyun ne yöne aktığını ispatlayacağım ‘’ diyerek dere kenarına yapılan yürüyüş yolundan, doğuya doğru yürümeye başladık. Hava tam yürüyüş havası, ne sıcak, ne soğuk… Yürüyüş boyunca, yapılan köprülerden geçtik, köprüler, beni dünden bugüne bağladı adeta.

 

Yürüyüşümüzün belli bir bölümden sonra Akarçay’ın duvarları;  Afyon Gençlik Merkezinin, gönüllü gençlerle birlikte çizip boyadığı resimlerle süslenmiş. Yıpranmaya yüz tutmuş resimlerin, yazıların yanı sıra parlak boyanmış portreler yer alıyor. Afyonkarahisar’ın simgesi haline gelmiş; Kalesi, Frig vadisi, Mevlevi konağı, Kocatepe Anıtı, Zafer Tepesi, Anıtpark…  Afyonkarahisar tarihine iz bırakmış kişilerin Atatürk, Yunus Emre,  vb. resimleri ile yaklaşık bir kilometrelik duvarları okuyarak, bakarak geçtik.  

 

‘’ ’Akarçay’ın sonu gelmeyecek galiba? ‘’diye düşünürken;   suyun akış yönünü ispat edecek olan kardeşim, büyük bir ciddiyetle bir başka köprüden karşıya geçirdi. Köprünün hemen dibinde, derenin enince alçakça bir basamak oluşturulmuş, o küçük sekiden sular, minik çağlayan gibi akarak benim tahmin ettiğim yönün tam tersine Eber Gölüne doğru süzülüp gidiyor. ‘’Nereye akıyormuş, gördün mü? Yanıltmaz artık suyun akış yönü.’’ diyen kardeşimin bir yanılgıyı düzeltmesinin mutluluğu içinde ilerledik.

 

Altıgöz köprüsü olduğunu öğrendiğim tarihi köprüden geçtik. Çevresinde besicilik yapanların bulunduğu yerde bir, iki ev ya da ahır göze çarpıyordu. Önümüzden keçi sürüsü geçti, peşinden de bir genç, onları güdüyordu. O çevrede oturduğu belli olan gençten, köprü hakkında bilgi almak istedik.  İlk defa görüyormuş gibi uzun uzun köprüye baktı, bilmediğini söyledi. Köprü ise; görevini görse de çok yıpranmış, iyice eskimiş duruyordu. Sonradan öğrendiğim Altıgöz Köprüsü; üzerindeki kitabesine göre, 1209 yılından önce Oğuz oğlu Sabıküddin Ebül Vefa İlyas Bey tarafından yaptırılmış, oğlu Ebu Hamid Hacı Mehmed bin İlyas tarafından 1237 yılında bugünkü haliyle onartılmıştı. 

 

Bu köprü üzerinden kimler geldi, kimler geçti? Tarihin akışını değiştirdi mi altından akan sular?  İşte şimdi biz de geçiyoruz bu yüzyıllardır akan suların bekçiliğini yapan, o günlere şahit olan köprüden… 

 

 Bir yanımızda dağcıklar, bir yanımızda uzayıp giden ova, ortada tren yolu; sonbaharın kızıl, sarı, kahverengimsi renkleri arasında tertemiz bir hava ile gözümüze, ciğerlerimize, ruhumuza hitap ediyordu. Akarçay doğal yatağına kavuşmuş, Aksu Deresine yönelerek akıp gidiyor. Çevrede hayvanlar var, kazlar bizi görünce ses çıkararak selamlıyor, az ileride bağlı köpekler havlıyor.  Doğanın farklı güzelliği en yalın, en masum hali, bir değişik huzur veriyor insana.

 

Yürüyüşümüzü istasyon yönünden dolanarak sürdürdük. Tarihi Ali Çetinkaya İstasyonunu geriden görerek İstasyon Meydanından Ordu Bulvarına doğru çevre düzenlenmesi yapılmış yoldan ilerledik.  Kendimizi trafik ışıklarının, caddelerde ki araç kalabalıkları içinde bulduk. Mağazalar, dükkânlar, yıkılan stadyum, eski hastane, birden bire çoğalan apartmanlar, inşaatlar… İnsanlar telaşlı telaşlı koşturuyorlar, ellerinde torbalarla, eşyalarla duraklarda bekliyorlar. Sanki farklı bir yere gelmişiz gibi. Biraz önceki sakinliği, kırsallığı ne çabuk atladık diye düşünüyorum.

 

Memleketimin binlerce yıllık tarihi zenginliklerinin farkında mı acaba bu şehirde yaşayanlar? Tarihin bilgi birikiminden, kültürel mirastan haberdarlar mı?  Doğal güzelliklerini gördüler mi, şehir merkezinde bulunan kalesinin burçlarına çıkıp etrafı seyre daldılar mı? Yoksa hayatın koşturmacası içinde kayboluyorlar mı? Etrafımda gördüğüm insanların pek çoğu bu güzelliklerden haberdar değilmiş gibi geliyor, herkes işinde gücünde düşüncesi yerleşiyor zihnime.

 

Bu düşüncelerimden hemen kurtuluyorum. İnsanların geçtikleri eski mahallelerin sokaklarında bulunan konakları, uzun çarşısı, bedesteni, camileri,  türbeleri;  istemeseler de kendisini fark ettiriyor.  Atalarının, dedelerinin, ninelerinin kuşaklar boyu yaşadığı, hayatlarının devamını sağlayan; yaşantıları dünden bugüne bir köprü oluşturuyor ve bu köprü zorla fark ettiriyor dünle bugünü... 

 

Ben her gelişimde dünden kalan anılarımı yaşıyordum memleketimde. Çocukluğumu, o zamanların Afyonkarahisar’ını... Bugünkü Afyonkarahisar’ın farkında değilmişim gibi büyümesini görmezden gelerek. Bu sefer anıların önüne geçip yenileşen, büyüyen Afyonkarahisar’ı gördüm. Kalenin etrafından genişleyen yelpaze gibi açılan doğrultuda yapılan meydanlar, binalar, oteller, kafeler, iş yerleri merkezden uzaklaşıp hızla gelişmeye yön tutmuş gibiydi. Ne zaman oluştu bunlar?

 

Acaba merkezden uzaklaştıkça;  tarihinden, geleneksel yaşam biçimlerinden de mi uzaklaşılıyor? Toplumların modernleşme süreçleri içinde yaşam sürerken değişmeye; değişirken de yaşam sürmeye devam ediyor. Bu süreçte bazı kayıplar yaşanıyor mu?

 

Şehrin coğrafyasına uygun olarak iki, üç katlı konaklardan, birer katlı bahçeli evlerden, bakkallardan,  unutulmaya yüz tutmuş mesleklerden ve bunların dükkânlarından sıkılarak siteler içinde daha yüksek binalar, yeni teknolojilerin ve dijitalleşmenin hayatımızı dönüştürmesiyle oluşan beklentileri karşılayacak alışveriş merkezleri yapılmaya başlanmış. Şehri imar etmek için; eski bir şehri yıkıp yeniden yapmak, hatta yıkarak güzelleştirmek yerine yeni bir şehir, yeni bir mahalle kurmak daha mantıklı olacaktır.  Bugünün uygarlığını bizde gelecek kuşaklara bırakabilecek miyiz?

 

Ne zaman yapıldığının ayırdına varmadığım beş yıldızlı termal oteller batıya doğru kayarken; şehrimizin çağına uygun olarak güzelleştiğini, modernleştiğini görüyorum. Halkımızın yeniliklere çabuk uyum sağladığını söyleyebilirim.

 

Geleneklerini, göreneklerini zamana uygun bir şekilde sürdürmeye çalışan halkın bir kısmı, nişanlarını, sünnet düğünlerini, kına gecelerini, düğünlerini, özel günlerini, kabul günlerini, toplantılarını lüks otellere taşımış, misafirlerini buralarda ferah ferah ağırlıyorlar. Daha çok kadınların yaşattığı göreneklerimizden, düğün adetlerinden, gelin hamamı, baş bozma, sini ardı, çeyiz indirme davetlerini yine bu otellerde yapıyorlar.  Düğün sahibinin özel isteği üzerine;  sıra yemekleri, usulüne uygun otel görevlileri tarafından davetlilere sunuyor. Zaten Afyonkarahisar mutfağı, Unesco tarafından yaratıcı Şehirler ağına dâhil olmasıyla kentimizin lezzetleri tescillenmiştir. Öyleyse mutfağımızı oteller neden misafirlerine tanıtmasın?

 

 Düğününe davet ettiği, dışarıdan gelen misafirlerini de otel odalarında ağırlayarak kendilerini çok özel hissetmeleri sağlanıyor. Hamamı bir taraftan, şifalı havuzları bir taraftan, mutfağı bir taraftan, tertemiz lükslük bir taraftan sadece yabancılara değil, yerli halkın kendisine de hitap ediyor ve halkta bunu iyi değerlendiriyor.

 

 Termal otellerden başka;  parklar, bahçeler içinde kır düğün salonları, kahvaltı mekânları yayılmış durumda özellikle Erkmen tarafında. Kahvaltıya gidiyorsunuz, serpme kahvaltı; kahvaltıda olan her şeyden başka Afyonkarahisar’a özgü kaymak, lezzetli sucukları, ince dilimlenmiş, yumuşacık ısıtılmış ev ekmeği, taze köy peyniri, haşgeşli katmeri yer alıyor. Hepsi hepsi de nefis keşkeğe ne demeli? Macun gibi tam kıvamında ve tadında ve kahvaltında...

 

Her tarafta unlu mamuller diye açılan pastane ve fırınlarda; bükme, ağzı açık, haşhaşlı pideler, katmerler, ev ekmekleri mevcut. Afyonkarahisarlı kadınlar çok şanslı. Misafirlerine ne yapacağım derdi yok, hamur yoğurma, açma derdi yok. Pişirme, fırın derdi yok. Canın istediğinde al ye. Her şey kolaylaşmış artık. Birçok kadına da ekmek kapısı olmuş, becerikli çalışkan kadınlar yapıp satıyor, kimi evinde kimi iş yerinde… 

 

Afyonkarahisar;  kültür, sanat, sosyal etkinliklerle de epey yol kat etmiş. Bunları duyunca seviniyorsun. Festivaller düzenlemiş, dünyanın en iyi pisti ödülünü alan Afyon Motor Sporları Merkezinde konserler, uluslararası yarışmalar yapılmıştır. Tiyatro, sinema, müzik etkinlikleri sürüyor.

 

Ben, şehrimin bugününü keşfederken kışın ilk karı da yağdı. Serpiştiren karlar hıdırlık ve kalenin oyuntularını kapatmaya yetti. Siyah beyaz muhteşem yükseklikler içimi huzurla aydınlattı.  Kale; hıdırlığı da sağına alarak ‘’ Şehrin ister doğusuna git, ister batısına; nereye gidersen git, biz buradayız. Asla eskilerden kopamazsın!  ‘’ diyorlar ve bana eski kışları, ayazları hatırlatıyorlar. Buz tutan sokaklardan yokuş aşağı kayıp çocukluğumu... Dağlara, kaleye sesleniyorum; ‘’Başınıza yağan karları eritirsiniz de; gitmek, ayrılık, hüzün, veda, hasret,  duygularıma bir çare bulamazsınız…’’ dedim, sislere bürünüverdiler. Birkaç gündür sis içindeler...