1950’li yıllarda Demokrat Parti’yi ve Menderes’i zor durumda bırakmak için Mustafa Kemal Atatürk’ün hatıralarına çeşitli saldırılar yapılmıştır. Heykelleri tahrip edilmiştir mesela... İsmet İnönü ile Atatürk’ün, Atatürkün arasının ölümünden önceki son zamanlarında bozuk olduğu yine bilinen bir tarihi gerçektir. Can Dündar’ın hazırladığı ve tartışma oluşturan belgeselde de (Mustafa belgeseli) bu mevzu işlenmektedir. Hatta Atatürk’ün kendisinden sonra İnönü’nün yerine geçmesini istemediği yönünde kuvvetli deliller vardır. Ancak bilindiği üzere ikinci cumhurbaşkanı CHP’nin kendisini ‘değişmez milli şef’ (Atatürk’ünkü ölümünden sonra; ebedi milli şef, İsmet İnönü yaşarken değişmez genel başkan anlamında milli şef) ilan ettiği İsmet İnönü olmuştur. Atatürk ve İnönü’nün daha önceki problemli ilişkilerinin etkisi iktidarda bulunduğu döneme de yansımış, Atatürk’ün para ve pullar üzerindeki resimleri başta olmak üzere İnönünün resimleri ile değiştirildiği, hatıralarının itibarsızlaştırılarak İnönü heykellerinin dikildiği bir dönem yaşanmıştır. Menderes hem bu itibar suikastini iade maksatlı hem de Atatürk’ün manevi şahsına yönelik saldırıları durdurmak için Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkartmıştır.

Halka yani ‘cumhura’ dayalı bu yönetim, çeşitli girişimlerden sonra da malumunuz darbeye maruz kalmıştır. Böyle bir şeyin bilinme hakkı yok mudur, yoksa bu devlet sırrı mıdır da ifade edilmesinde bir sakınca olsun. Bu hakikatlerle yüzleşmedikçe toplumsal barışı tesis sadece görüntüden ibaret olur. Nitekim Dersim olayları da son dönemde açıklığa kavuşturulmuş, devlet adına resmi özür dilenmiş ve bu insanların aidiyet bağları kuvvetlenmiştir. Yine terörle mücadelede 1990’lı yıllardaki hukuk ihlalleri sonlandırılmış, sıradan halka potansiyel suçlu muamelesi yapmaktan vazgeçilmiş bu sayede terörle mücadele çok daha somut sonuçlar alınmıştır. Eğer bunlar birer ezberse, ezberleri bozmak da sorumlu her kişinin, özellikle de akademisyenin vazifesidir. Marifet ise takibata değil iltifata tabidir. Ama nedense bana ‘gölge etmeyiniz efendim, gerisi gerekmez’ sözü daha çekici geliyor.

1980 askeri darbesi sonrasında Turgut Özal da darbecilere rağmen yapılan ilk milletvekili seçimini kazanmış, Menderes gibi halk içerisinden çıkmış bir liderdir. Bir başka deyişle, vesayetçilerin-darbecilerin-oligarkların adamı olmadan elde etmiştir bu başarıyı... İktidarda kaldığı sürede Türkiye’nin önünü nasıl açtığı bir muamma değil. Cumhurbaşkanlığı esnasında vesayetçilerin temsilcileri kendisini adeta Çankaya’ya hapsedilmişti. Tartışmalı ölümü ve aradan geçen yirmi yıl sonra yapılan otopsideki ‘doğal yollarla öldü’ açıklaması ölümünün üzerindeki sis perdesini kaldıramamıştır maalesef…

28 Şubatta vesayetçi-oligarklar hatıraları hala canlı post modern yıkımı gerçekleştirmişlerdir. Yıkılan şey sessiz çoğunluğun devlete güveni ve topluma aidiyet hissidir. Öyle ki; neredeyse bu kadim yurt ‘gidemeyenlerin ülkesi’ haline dönüşmüştü. 17-25 Aralık hukuk darbesi ve en son 15 Temmuz darbe girişimleri iktidarı gerçek anlamda “cumhur”a yani halka vermemek için vesayetçi oligarkların yasadışı eylemleridir. Oltaya takıldıktan sonraki pişmanlığın, sızlanmaların hiç mi hiç faydası yoktur. Bunları hatırlatmak suç değil, tam aksine bir görevdir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlı’nın yerine kurulmuş çok sayıda devletten herhangi birisi değildir. İmparatorluk; çok kültürlü, çok dinli, çok dilli bir devlet yapısını ifade eder. Osmanlı’nın imparatorluk olmasına karşın Türkiye Cumhuriyeti ulusal bir devlet olarak kurulmuştur. Dolayısıyla siyasal olarak olmasa bile sosyolojik olarak yeni kurulan devlet çok kültürlüdür. Yeni devletin yasa, anayasa ve kurumları oluşturulurken maalesef bunlar dikkate alınmış değildir. Bu ve benzeri nedenlerle Şeyh Sait İsyanı ya da Dersim Kalkışması gibi ağır sonuçları olan hadiseler yaşanmıştır. Bu yüzden Musul-Kerkük iddiasında geri adım atılmak zorunda kalınmıştır. Dersim olaylarından sonra devlet ‘tunç’ elini göstermiş ve halen tartışılan tarihi olaylar yaşanmıştır.

Bugün dünyaya egemen olan batı ülkeleri kendi dil kültür ve yaşam şekillerini dünyaya moda, marka, çağdaşlık gibi gerekçelerle kabule zorlamakta ‘küreselleşme’ adı altında da yerel kültürleri itibarsızlaştırmaktadır. Türkiye’de uygulanan politikalar; Balkanlardan, Kafkaslardan göçmüş olan etnik unsurların adet ve an’anelerini koruyup geliştirmeye dönük olmamış, bu nedenle zaman içerisinde şehirleşmenin de etkisiyle bunlar unutulmuş ve bu zenginlik de kaybedilmiştir. Bu elbette bir tesbit ve aynı zamanda bir eleştiridir. Küresel güçlerin yerel ayağı olmak ne zamandan beri çağdaşlık oldu. Yoksa besleme tetikçi, gönüllü nefer ya da gönüllü kölelik söz konusu da bunun hatırlatılması mıdır rahatsız edici olan… (devam edecek)