Din insanlık tarihinin her döneminde önemini korumuş bir müessesedir. İlerleme düşüncesinin sekülerleşerek yaygınlaşması ile özellikle 20. yüzyılda din algısında bir gerileme olsa da çok geçmeden dinin aslında bireysel ve toplumsal bir ihtiyaç olduğu anlaşılmıştır. Batı toplumlarında görülen çeşitli psikolojik rahatsızlıklar daha çok bu ihtiyacın giderilememesinden kaynaklanmaktadır.
Kişisel kanaatimce insan için daha önemli olan şey beden (donanım) değil ruhtur (yazılım). Zira günümüz insanının aşırı önem verdiği bedenleri ölümle birlikte anlamını yitirmekte, hatta kokmasın-çürümesin, etrafı rahatsız etmesin diye gömülmektedir. İnsanlar kabir ziyaretine gittiğinde bir süre sonra çürüyen ve toprağa karışan bedene değil, var olduğunu kabul ettiği ruha Fatiha okumaktadır.
Ortaçağda Avrupa’da kiliseye karşı başlatılan hareket, egemenliğin “gökten yere indirilmesi” olarak algılandı. Bu süreç kilisenin devlet ve toplum nezdindeki etkisini giderek azalttı. 1700’lü yıllardaki gelişmeler yüzyılın sonuna doğru (1789) devrimle sonuçlanınca kilisenin devlet, dolayısıyla egemenlik üzerindeki bütün yetkileri sonlandırıldı. Laiklik ve seküler düşünce bu şekilde doğdu ve “tanrının” devlet işleyişine dair hâkimiyetine son verildi. Yani bir anlamda “tanrıya” karşı bir zafer kazanılmış oldu.
Elbette böyle bir şey hak din İslam’ın onayından geçmez. Allah mesajı olan Kur’an’da pek çok kere hükmün (egemenliğin, hâkimiyetin) Allah’a ait olduğu beyan edilmiştir. El-Hâkim yine Allah’ın Esmaül-Hüsnası içerisinde yer almaktadır. İslam, insan hayatını bütüncül olarak ele alan bir dindir. Kilisenin etkisinin kırıldığı dönem aynı zamanda Hıristiyanlığın “daraltıldığı” dönemdir. Bu girişim 20. yüzyılda İslam için de geçerli olmuş, din aynen Hıristiyanlıkta olduğu gibi “kişinin bireyseline” indirgenmek istenmiştir. Daha açık deyimle kişinin bireyselini ilgilendiren itikat ve ibadette bir mahsur görülmezken, sosyal hayatı ve devlet düzenini ilgilendiren “muamelat” ayağı yok farz edilmiştir.
Müslümanların günümüzdeki temel sorunlarından birisi, dini günümüz meselelerini yorumlayacak şekilde anlayamamaktır. Maalesef İslam dünyası, Abbasiler döneminin Bağdat’ında olduğu gibi bilimin ve düşünce üretilen kurumların merkezi değildir. Bunun anlamı bir reform ihtiyacı değil; dinin günün şartlarına göre anlaşılmasıdır. Bu, kişisel-keyfi yorumlama anlamına gelmemelidir. Dinin bizatihi kendisi zaten bunu öngörmektedir. Zira temel iki kaynak (Kur’an ve Sünnet) genel bir çerçeve çizer. Bu iki kaynağa aykırı olmamak şartıyla içtihat müessesesinin işletilmesi, dinin günün koşullarına göre yorumlanmasına yardımcı olur. İçtihat müessesesinin gereğine işaret eden bilindik bir Hadisi Şerif’in ifade ettiği gibi “ümmetin ihtilafı rahmettir.”
İslam’ı bütünüyle beşeri sistemlerin sınırları içerisinde yorumlamak, dini değil beşeri sistemi esas almaktır. Bir başka deyişle beşeri sisteme uymayan din kurallarının kabul edilebilirliği nedir? Eğer dinin beşeri sisteme uymayan tarafları sizin kafanızda sorun teşkil ediyorsa İslam bunu kabul etmez. “Tamamlanmış” bir din olan İslam, “egemenliğin” kime ait olduğu hususunu göz ardı etmiş olamaz. Bunun da itikat esaslarımızın içerisine alma zorunluluğu vardır.