Her insanın kendine göre ilgi alanları vardır. Bunlar sizi fevkalade heyecanlandırır. Kimisi için futbol, kimisi için tarih, kimisi mühendislik... alanları böyledir. Tabi en iyisi; heyecan duyduğunuz bu işin aynı zamanda mesleğiniz olmasıdır ama, memleketimizde böyle bir karşılık çok az kimse için mümkün olabilmektedir maalesef... Ben şahsen bir ‘asker’ olmayı çok fazla arzu ederdim ama, bilindik nedenlerle bu mümkün olmadı. Ama içimdeki iştiyak, içimdeki ateş de hiç sönmedi dersem abartmış olmam diye düşünüyorum.
Genellikle akşamları dinlendiğim zamanlarda oturduğum-uzandığım yerde izlediğim youtube videolarının başında ‘savunma teknolojisi’ videoları gelir. Malum; youtube da sahip olduğu algoritma ile size ilgi alanınıza dönük videolar önerir. Benimkisi de doğal olarak mevzubahis konu ile ilgili...
Savunma ya da saldırı... Ortak adı caydırıcılık... Sözgelimi bugünkü koşullarda dünyada Amerika’yı işgal etmeye kalkacak bir devlet yok. Çünkü Amerika ‘caydırıcılık’ oranı açık ara en yüksek olanı... Caydırıcılık elbette tek başına ‘güçlü bir ordu’ ile ilgili değildir ama, güçlü ordu en önemli bileşen... Söz gelimi caydırıcılık için, ortak geçmişe ve ortak geleceğe dair ‘consensus’ olmazsa olmazdır. Yoksa durumunuz Sovyetlere döner. Zira ‘dayattığınız ideolojiye’ hiç kimse inanmadığından, dünyanın neredeyse yarısı nüfuz alanınızda olmasına rağmen dağılıp gidersiniz. Ya da mikro ve yeni örnek olarak Suriye...
Pek çok değişken var elbette caydırıcı ya da güçlü olmanız için... İçerideki işbirlikçileri beslemek gibi mesela... Ama şimdi konumuz farklı...
Birinci Dünya Savaşı sonrası orduları dağıtılmış, Kurtuluş Savaşı ile kadim vatan topraklarından bir kısmı ağır bedeller sonrasında ‘kurtarılmış’ ama, devamında her nedense ‘düşmana benzemek’ için elde-avuçta ne varsa seferber edilmiş ve önemli ölçüde de ‘başarılmış...’ Bu kısmı da uzatmayacağım. Çünkü konum bu da değil... Ama mesajımızı özetleyen bir özlü sözü de hatırlatalım; ‘savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir...’ Aliya...
Aslında İkinci Dünya Savaşından sonra da değişen bir şey olmadı... Hatta kanaatime göre ‘bir tık’ geriye bile gittik... Nitekim öncesinde kendi içerisinde kimi kıpırdanmalar olsa da, kurulan ‘Yeni Dünya’da fikrine danışılmayan ülke konumundaki Türkiye, Sovyet tehdidi ile de yüzleşince birden bire coğrafyasının çok uzağındaki Kore savaşında ‘partner’ oldu. Kunuri de hesabedilmeyen Çin saldırısına siper olarak Amerikan 8. Ordusunu yüzlerce şehit vererek imha olmaktan kurtarınca da NATO güvenlik şemsiyesine kabul buyuruldu.
NATO’nun şemsiyesi altına girmiş olmanın Sovyet tehdidini frenlediği doğrudur belki ama, başka doğrular da yok değil... Tehdidin mimarı Stalin 1953’te öldü mesela... Ölen hatta öldürülen başka şeyler de vardı dönem içerisinde... Az da olsa yerli-milli olan savunma sanayii mesela... Zaten ‘şemsiye altına girerek’ misyondan bir adım daha geriye gitmişken, Amerikan envanter fazlası hibeler o günkü iradeyi ‘bedavası varken ne diye para vererek yaptıralım’ mentalitesine taşımış, savunma sanayimiz yeni bir ‘fetret’e girmiştir. Ta ki, Johnson mektubuna kadar... Kıbrıs’ın ‘bağımsızlığından’ kısa bir süre sonra ‘Enosis’i aktive etmek üzere harekete geçen Rumları te'dip için garantör sıfatıyla harekete geçmek isteyen Türkiye, bu tehditle planını tam 10 yıl ertelemek zorunda kalmıştır.
Dönem içerisinde kurulan ve bugün dünya sıralamasında kendisine yer bulan kimi savunma sanayii tesisleri ile temelleri atılan yeni konsept, elbette faydalı olmuştur. Öyle ya da böyle 1980’lerdeki F-16 üretim tesisleri (TAI-TUSAŞ) tecrübeyi, beraberinde küçük de olsa bir sanayiyi getirmiştir. Ama ‘bağımsızlık’ elde edilebilmiş değildir. Bir başka deyişle ‘tırmanan-tırmandırılan terör’ nedeniyle ‘bağımlılık’ devam etmiştir. Üstelik üstü açık ya da kapalı ambargo sadece ABD tarafından da yapılmamıştır. Avrupa Birliği ülkeleri, özellikle de Almanya her fırsatta ‘kendi üretimi silahların’ teröre karşı kullanılmasına karşı çıkmış, altına imza atmak zorunda kaldığımız anlaşmalardan mütevellit zorluklar verilen aşılmaya çalışılmıştır. Birçok bakımdan ‘en’leri bünyesinde barındıran 90’lı yılların Türkiyesi terör bakımından da aynı kategoride yer almıştır zira...
2000’li yıllarda beliren yeni irade ile rolantide çalışan hatta zarar ettiği için kapatılması dahi gündeme gelen savunma sanayii kurumları devam eden süreç içerisinde ‘gözde’ kurum olmayı başarmış, yerlileştirilen ve millileştirilen sistemler dünya ile yarışır bir konuma terfi etmiştir. Bununla da yetinilmemiş, kendi yağında ‘kavrulamayan’ özel sektör devreye alınmış, dönem içerisinde adeta ‘take off’ yaşanmıştır. İşte benim ‘Oradaydım’ dediğim ve aysberg’in sadece ‘görünen’ kısmının sergilendiği Teknofest bile milyonların akınına uğramıştır.
Gördüğüm silah sistemlerini anlatmayacağım size... Çok sayıda youtube videosundan bu bilgilere ulaşabilirsiniz zira... Ne olmuştur peki derseniz; en önemlisi elbette yukarıda bahsettiğimiz türden ‘bağımlılığın’ bitmiş olması... Memleketin terör bakımından güvensiz bir alanı da kalmamıştır şükür... Devreye alınan ‘stratejik akıl’ değişkenleri ülke lehine çevirmiş, ‘Amerika ne der, izin verir mi, Avrupa Birliği’nin tepkisi ne olur, Almanya ambargo uygular mı’ soruları yer değiştirmiştir zira...
Başka ne olmuştur derseniz önce Karadeniz’de keşfedilen rezervle kazanılan ‘enerji bağımsızlığının’ seçimden çok kısa bir süre önce (belki de bugün) açıklanacağını düşündüğüm Şırnak-Gabar’da keşfedilen ve birkaç yıl içerisinde bağımlılığı tamamen bitirecek olan ‘petrol’ müjdesi demek istiyorum. Hatırlatmak istediğim bir başka şey de; ‘vekil’lerin sadece dağda ve silahlı olmadığı, şehirlerde ve kravatlı olduklarıdır. FETÖ gibi onlar da silahlarını gücü ele aldıklarında çıkaracaklar. Buna fırsat verecek misiniz...