İslamiyet’le beraber Türk kültür tarihinde de yerini alan ramazan ayları, birlik beraberlik ve kardeşliğin yoğun, etkin güçlü duygularla yaşatılması pekiştirilmesi, geçmişten günümüze gelen zaman içerisinde önemli bir yer bulmuştur.

İslamiyet’in kabulüyle yeni bir kültür hayatıyla karşılaşan milletimiz, İslami esasları Türk gelenekleriyle birleştirerek zengin bir kültürel birikim oluşturmuşlardır. Türk milleti, ramazan aylarını sadece oruç tutmak ve ibadet olarak algılamamış ramazan aylarına ayrı bir önem ve hassasiyet göstererek bu aya özel birtakım hazırlıklar yapmıştır. Böylelikle milletimiz ramazan dönemlerini kendisine has uygulamalarla hem dini hem de kültürel açıdan zenginleştirerek en verimli şekilde geçirmek istemiştir. Böylece gelenek, inanç ve toplumsal birikimleriyle kendimize has bir ramazan kültürü oluşturulmuştur.

21. yüzyılın teknolojik gelişmeleri ve küreselleşme adımları toplumların milli benliklerine olumsuz yönde etki ederek evrensel boyutlarda tek tipleşmeye doğru gitmektedir.  Geçmişten gelen kültürel mirasın bir kısmı günümüzde varlığını hissettirse de çok sayıda kültürel öge, gelenekler ve uygulamalar unutulmaya yüz tutmuştur. Bu durumun en net örneklerinden biri ramazan gelenekleridir.

Tüm İslam toplumlarında kutlanan ramazan, Osmanlı’da ayrı bir yaşayış biçimi ve uygulama tarzıyla farklı bir kültürel yapı kazanmıştır. Osmanlı’da hem yönetim hem de halk ramazan ayına ayrı bir önem göstermiştir. Ramazan gelmeden önce ramazanı hoş karşılayabilmek için hazırlıklar yapılmış, ramazan boyunca insanların yaşam şekli farklılaşarak ramazanın bereketinden faydalanmak, toplumsal birliği ve muhabbeti pekiştirmek, yardımlaşmayı arttırmak ve ramazanda hoşça vakit geçirilmek istenmiştir. Böylelikle ramazan ayının hareketli yaşanması çeşitli ramazan geleneklerinin oluşmasını ve bu geleneklerin devamlılık kazanmasını sağlamıştır.

Günümüzde etkinliğini koruyamayan ramazan geleneklerinden bazıları;

Semai kahvehaneleri: 19. yüzyıldan itibaren başta İstanbul olmak üzere Osmanlı’da görülen ramazan gelenekleri içerisine semai kahvehaneleri bulunurdu. Her kesimden insanın katılımıyla ramazan akşamlarında yetenekli kimseler veya âşıklar tarafından semailer okunur, zaman zaman mani atışmaları icra edilirdi. Çözülmesi istenen bilmeceler kahvehanenin duvarına asılarak ramazan boyunca çözümlenmesi beklenirdi. Atışmalar esnasında zaman zaman gerginliklerin çıktığı da görülmektedir. Bu kahvehaneler ramazan aylarında halk edebiyatı uygulama merkezleri niteliğine ulaşarak işlevsellik kazanırlardı

Ramazaniyeler: Ramazan dolayısıyla şairlerin padişahlara, devrin ileri gelen kişilerine veya dostlarına yazdıkları kaside şeklindeki şiirlere ramazaniye denir. Ramazaniyeler özellikle 17. yüzyılda yaygınlık kazanmıştır. Ramazaniyelerin içerikleri arasında; oruç, ramazan hazırlıkları, camilere duyulan ilgi gibi çok sayıda sosyal hayat unsuru yer almıştır. Genel bir ifadeyle, ramazanın manevi olguları ve ramazan ayının toplumsal yaşayışını edebi bir üslupla ramazaniyelerde görmek mümkündür. Klasik edebiyatımızın, cumhuriyet dönemine geldiğinde varlığını devam ettirmede problemler çektiği bilinmektedir. Zamanla değişim dönüşüm sürecine giren kültürel bellek bu süreçlerden geleneksel yönüyle zayıflayarak çıkmıştır. Günümüzde davulcuların ramazan manileri, ramazaniye geleneğinden izler taşısa da bu geleneğin canlılığını yitirdiği görülmektedir.

Cerre Çıkmak: Osmanlı’da başlangıçtan beri görülmekteydi. Müderrisler (cami ve medreselerde ders veren kişiler) ve yetişmiş talebeler dokuz ay derslerle meşgul olduktan sonra üç aylarda ve özellikle ramazan ayında şehir, kasaba ve köylere giderek camilerde vaaz verir, Kur’an okur ve diğer din hizmetleriyle halkı irşad ederler, soruları cevaplandırır ve çocukların yetişmesine yardımcı olurlardı.  İnsanlara faydalı olabilmek ve tecrübe kazanabilmek için köylerine gelecek mollayı (dini tarafı ağır basan kişiyi) köylüler dört gözle bekler, onun sohbetlerinden faydalanmak isterlerdi. Bu gelenek sayesinde köyler ilmi ve manevi konularda geliştirilmiştir.

 Ancak, medreselerin niteliğinin kaybolduğu son dönemlerde ilgisiz ve yeteneksiz talebe sayısı artış göstermiştir. Böylelikle ramazan aylarında kasaba ve köylere irşad göreviyle giden talebeler beklentileri karşılayamamış, bu konuda halkın şikâyetleri artmıştır. 19. yüzyıl sonlarında mekteplerin ıslahı sırasında cerre çıkmak usulü de zamanla kaldırılmıştır. Cerre çıkmak, Osmanlı’nın son dönemlerinde devletin, idari, siyasi ve bilhassa ilmi yönden zayıflamasıyla güç kaybetmiştir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise; resmi memur görevlendirilmelerinin başlamasıyla Osmanlının son dönemlerine zayıflayarak giren gelenek cumhuriyet ile birlikte varlığını tamamen kaybetme eğilimine girmiştir. Günümüzde cerre çıkma geleneğinin varlığından bahsetmek mümkün değildir.

Sadaka Taşları: Osmanlı da insanın ihtiyaçlarını kimseye açamayan, fakirliğini gizleyen kimselere, alan el olmanın çekingenliğini yaşatmamak adına zarif bir yardım yolu olarak şehrin çeşitli noktalarına sadaka taşları dikilmiştir. Sadaka taşları toplumsal birlik ve beraberliği sağlama konusunda önemli yer edinmiştir. Sadaka taşları, Türk milletinin asaletini ve faziletini gösteren önemli bir gelenektir. Osmanlı, insana saygı medeniyeti kurarak paylaşmayı kendisine ilke edinmiştir Yılın her döneminde işlevselliği olan sadaka taşları ramazan aylarında ayrı bir önem kazanmıştır.

Yardımlaşmanın arttığı bu süreçte sadaka taşları alan ile verenin birbirini görmediği/tanımadığı yardımlaşma aracı olarak ön plandadır. Sadaka taşları genellikle camii avlularında, fakir semtlerde veya vakıf bahçelerinde yer alırdı. Bu taşlar bir metre civarında uzunlukta ve baş kısımları oyuk olacak şekilde tasarlanırdı. Bu taşlar aracılığı ile yapılacak maddi yardımlar genellikle kimsenin göremeyeceği saatlerde (gece yarısı, sabaha doğru) bırakılırdı. İhtiyaç sahibi de ihtiyacı kadar olan miktarı buradan alırdı.

Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girmesiyle beraber sadaka taşları geleneği canlılığını kaybetmiştir. Cumhuriyetle devam ettirilemeyen gelenek, o dönemlerde kültür bakanlığı ve kültür işlerinin sistemli olmamasından dolayı korunamamıştır. Sadaka taşları geleneğinin günümüze ulaşamamasının temel sebepleri arasında; Osmanlı’da yaşanan son dönem buhranları, Anadolu topraklarına yapılan işgaller, halkın savaş ve yaşam derdiyle muzdarip olması yatmaktadır. Ayrıca cumhuriyetin ilanıyla yönetim şeklinde yaşanan değişmeler, ulus devletine geçiş gibi etkenler bazı geleneklerin gelişimini sınırlandırmıştır. Bugün olsa böyle bir uygulamayı yapabilir miyiz? Depremi yaşadığımız günlerde gördük. Yardıma koşanların yanı sıra hırsızlık olaylarının, dolandırıcılığın arttığını da gördük. Depremzede olmadığı halde duygu sömürüsü yapıp yardım bekleyenlere de rastladık.

Diş Kirası: Maddi durumu elverişli olan insanların ramazan ayında iftar için yemeğe davet ettikleri kişilere davete icap ettiği ve dişlerini ev sahibinin sofrasına/yemek zevkine kiraladığı için verilen hediyelerdir. Bu hediyeler genellikle kadife keseler içerisinde gümüş, akçe, altın veya tespihlerden oluşmaktaydı. Burada amaç yoksullara yardımcı olmaktır. Bu gelenekler vasıtasıyla Osmanlı toplumunun yardımlaşmayı dahi nezaket diliyle yaptığı görülmektedir. Ramazan’a özgü bir gelenek olan diş kirasına Osmanlı sultanları da iştirak etmiştir. Bu gelenek II. Meşrutiyetle beraber gerek sarayın eski durumunu kaybetmesi gerekse âdeti uygulayacak konak sahiplerinin azalması nedeniyle yok olmaya yüz tutmuştur. Eski bolluk günlerin yerini ekonomik buhranlar almış, sonraları ise yokluklar içerisinde savaşa giren milletimiz varını yoğunu istiklal mücadelesinde ortaya koymuştur. Osmanlının son dönemlerinde zayıflama eğilimine giren gelenek cumhuriyetle beraber varlığını yitirmiştir.

Ramazan Tenbihnameleri: Osmanlı’da ramazan ayının yaklaşmasıyla sosyal, kültürel, idari ve politik konular başta olmak üzere çok boyutlu tenbihnameler(uyarı ve yasaklar) yayınlanmaktaydı. Devlet tarafından tenbihat yapılacağında mahalle imamlarına haber verilir ve akşam ezanına doğru bekçiler “tenbih var, akşam camiye buyurun” şeklinde uyarılarla sokakları gezerdi.  Tenbihnameler içerisinde geniş bir içeriğe sahip ramazan tenbihnamelerinin mahiyetini özetlemek gerekirse; herkesin umumi yerlerde edep ve hayâ kurallarına uygun davranması, cemaatle ibadetin teşviki, içkinin ve meyhane meclislerinin Müslümanlara yasaklanması, oruç tutmayanlar ve mazeretli olarak orucu bozanların çarşıda herkesin görebileceği şekilde yeme ve içmeler yasaklanmıştır. Aksi durumlarda cezaların uygulanabileceği belirtilmiştir.

İftar Yemeği: Ramazan aylarında önemli bir yere sahip olan iftar açma geleneği, üzerinde hassasiyetle durulması gereken konulardandır. Yorucu bir günün ardından orucu açmak için sabırsızlıkla ezan ve top atışları beklenirdi. Vakit geldiğinde dualar edilir ve Allah’ın adıyla oruç açılırdı. Osmanlı iftar sofralarında oruç açmak/yemek yemek iki kısma ayrılmıştır. İftar sofralarının ilk bölümünde, sadece iftariyelikler ve su yer alırdı. İftariyeliklerin içerisini genellikle tadımlık kahvaltılık ürünler oluştururdu. İftariyeliklerle oruç açılır açılmaz sofradan kalkılarak akşam namazları kılınırdı. Namazın ardından çorba ile başlayan ve devamında ana öğün olarak tüketilecek yemekler sofraya konulur, iftar açma süreci bu yemeklerin yenilmesinin ardından tamamlanırdı.

Günümüze gelindiğinde iftar yemeği geleneğinin farklılaştığını görmekteyiz. İki bölümden oluşan yemek, tek bölüme indirgenmiştir. İstisnai örnekleri olsa dahi genel olarak iftariyelikler sofradan kalkmıştır. Ezan okunduğunda oruç açılmakta ve karın doyana kadar ara verilmeden yemek faslı devam etmektedir. Akşam namazına ve sağlıklı beslenmeye gösterilen özen kişisel tercihe dönüşmüştür. Nefse hâkim olma iradesi maalesef günümüzde yitirilmiş, nefsin doyumsuzluğu baş göstermiştir.

Resmi Huzur Dersleri ve Devlet Ricali Tarafından Hırka-i Saadet Ziyaretlerinin Yapılması: Ramazan ayında siyasilerin katıldığı âdetler arasında padişahın katılımıyla yerine getirilen huzur dersleridir. Bu dersler ramazan boyunca mutlaka tekrarlanırdı. Huzur derslerinde ders veren hocaya “mukarrir”, müzakereci olarak katılan diğer âlimlere ise “muhatap” sıfatı verilmiştir. Hadis ve tefsir muhtevasıyla ön plana çıkan dersler Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren var olsa da ramazan geleneği olarak 1759-1924 tarihleri arasında yaşamını sürdürmüştür.

 Asırlardan beri Osmanlı’da devam eden bir diğer usul de Osmanlı padişahı ve devlet yöneticilerinin ramazanın on beşinci günü bir araya gelerek peygamberimizin Hırka-i Saadetleriyle diğer kutsal emanetleri ziyaret etmesidir. Ancak 19. yüzyıl reformlarıyla beraber bu gelenekte değişiklikler görülür. Padişahların Topkapı Sarayı dışında Boğaziçi kıyılarında yapılan yeni saraylarda (Yıldız, Dolmabahçe, Çırağan) ikamet etmesi Hırka-i Şerif ziyaretlerinin mesafeler aşılarak gerçekleşmesine neden olmuştur. Günümüzde devlet yöneticileri ramazan geleneği olarak huzur dersleri ve ramazan ayının on beşinde yapılan kutsal emanet ziyareti geleneklerini yaşatmamaktadır. Bu gelenekler Osmanlı devletinin dağılmasıyla yok olmaya yüz tutmuştur.

Mahya Geleneği ve Geleneksel Bir Meslek Olarak Mahyacılık: Osmanlı’da ramazan aylarında çifte minareli camilerin minareleriyle birbirine bağlanan ipler ve kandiller yoluyla yazılan yazılar veya çeşitli motiflere mahya adı verilirdi. Bu mesleği icra eden sanatçılara mahyacı denirdi. Mahyaların kurulmasındaki usul şöyledir; “Hoş geldin” veya “Merhaba” terkipleri ramazanın yarısına kadar sürer son on beş gün ise veda içerikleri işlenirdi. Elektrik teknolojisinin gelişmesi mahya geleneğinin değişim ve dönüşüm süreçlerini hızlandırmıştır. Geleneğin en temel maddesi olan kandiller yerini elektrikli ampullere taşımıştır. Elektriğin geleneğe katılımıyla bu alanda usta yetiştirme ihtiyacını ortadan kaldırmıştır. Mahyaların iyi bir görüntü vermesi ve çevre şartlarından olumsuz etkilenmemesi için oldukça çetin uğraşlara ihtiyaç kalmamıştır. Sonuç itibariyle mahya geleneği, elektronikleşme sürecine girerek güncellenmiş ve günümüze ulaşabilmiştir.

İftar Davetleri: Osmanlı döneminde iftar davetlerinde iki farklı yöntem görülürdü. Bunlardan ilki yardımlaşma amaçlı konak davetleridir. Konak davetleri sadrazamların, şeyhülislamların ve zengin ahalinin oluşturduğu bir ramazan geleneğidir. Bu davetler kapıları herkese (davetli-davetsiz, zengin-fakir, tanıdık-tanımadık ve hatta gayrimüslimler) açık konaklarda gerçekleşirdi.

Ev davetlerini önemli kılan bir diğer gelenek usta-çırak ilişkisinin görülmesidir. Günümüz sanayisinin olmadığı Osmanlı döneminde mesleki ustalar toplumda ön plana bulunurdu. Çıraklar ramazanda ustalarını muhakkak iftara davet ederlerdi. Ustaların da bu daveti kabul ederek çırağının evinde oruç açması beklenirdi. Bunun dışında devlet dairelerinde çalışanlar için kurum müdürlerini veya daha üst mertebeden çalışanları iftara çağırmak önemli bir gelenekti. Günümüzde usta çırak ilişkisinin zayıflaması ve devlet dairelerindeki ast-üst ilişkilerin resmileşmesi samimiyeti ortadan kaldırarak ramazanda iftara davet etme geleneğini zedelemiştir. Ancak bu geleneğin tamamıyla yaşatılmadığını söylemek mümkün değildir.

Top Atışı: Kurban ve Ramazan bayramlarında gemilerden günde beş vakit top atışı yapılırdı. Ayrıca Ramazan günleri de Anadolu Hisarından ezan, iftar ve imsak vakitlerinin ilanı için top atılırdı. Top atışı kalesi bulunan şehirlerde de yaygınlaşmıştı. Top atışı geleneği Osmanlı için zamanla ekonomik bir yük olmaya başlamıştır. Cumhuriyet döneminde de devam eden gelenek bugün eski canlılığını yitirmiştir. Ramazan’ın gelişini, namaz vakitlerini ve oruç vakitlerini bildiren top atışlarına günümüzde ihtiyaç kalmamıştır. Günümüzde takvimsel hesaplamalar sayesinde bahsedilen vakitler önceden belirlenmekte ve teknolojik gelişmelerle birlikte insanların haber alamama durumları ortadan kalkmıştır. Günümüzde yapılan top atışlarının yoğunluğu en aza inmiştir. İftar vakitleriyle sınırlandırılan bu atışlar geleneği yaşatmak adına usulen devam etmektedir.

Zimen Defterleri: Osmanlı’da yardımlaşmanın türlü yollarını görmek mümkündür. Hemen hepsinin ortak yanı yardım edilen kişinin mahcup edilmemesi ve “Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli” düsturudur. Zimen defterleri günümüz dilinde market, bakkal ve pazarlardaki veresiye borç defteridir. Zimen defteri geleneğini şöyle açıklayabiliriz; ramazan aylarında hali vakti yerinde olan kişiler tanımadıkları mahalle bakkallarına giderek; “Zimen defteriniz var mıdır? Diye sorardı. Esnaf bu defteri çıkarınca yardımı yapacak kişi imkânı ölçüsünde defterdeki yapraklardan bir kısmını veya defterin tamamını satın alarak bu kişilerin borcunu öderdi. Böylelikle borcu ödeyen kimin borcunu ödediğini bilmez, borcu ödenen ise borcu kimin ödediğinden haberdar olmazdı. Burada esas olan Allah rızasını kazanmaktır. Borcu ödenen de ödeyende birbirinden habersizce birbirlerinin dualarını almıştır. Zimen defteri geleneği diğer ramazan geleneklerine kıyasla daha yoğun yaşatılmaktadır. Zimen defterlerinin bugünkü adı veresiye defteridir. Yardımı yapan kişi genellikle bakkalın önüne bir yazı yazdırarak mahallenin borçlarının silindiğini bildirir. Bazı belediyeler ve idareciler de bu geleneğe zaman zaman iştirak etmekte veresiye defteri satın alabilmektedir. Ancak günümüzde zaman zaman veresiye defterindeki borçları silen kişinin kimliğini ortaya çıkarmaktadır. Kişinin yaptığı iyiliği ifşa etmesi, geleneğin özüne uygun bir tutum değildir.

Narh Defterleri: Ramazan ayı gelmeden önce yapılan hazırlıklar arasında alışveriş gelmektedir. Ramazana laik olabilmek adına evler, dükkânlar, caddeler temizlenir, kıyafetler yıkanır ve mümkünse yeni kıyafetler satın alınırdı. Ayrıca sahur ve iftarlıklar bir ay yetecek şekilde toplu temin edilirdi. Bu durum özellikle İstanbul’da erzak ve diğer ürünlerin temin edilmesini zorlaştırarak karaborsa piyasasına müsait şartlar oluşturmaktaydı. Devlet, erzak teminini sağlamak, haksız rekabeti engellemek ve fırsatçıların önüne geçebilmek adına ramazan ayı gelmeden önce fiyat ayarlaması yapar ve bu fiyatları narh defterine kaydederdi. Veziriazamın divan toplantıları sonrasında yanına kadıları alarak çarşı pazarı denetlemesi âdetten sayılırdı. Ayrıca çarşı pazar denetimine ara ara tebdil-i kıyafetle padişah katılabilirdi.

 Geçmişten günümüze gelen süreçlerde ticari faaliyetlerin çeşitlilik göstermesi, ticaretle uğraşan kişi sayısındaki artış, ticari mekânların sanal ortamlara taşınması ve serbest piyasa gibi hususlar göz önüne alındığında narh defterlerinin denetim gücünün kaybolduğu görülmüştür. Bu geleneğin günümüze etkisi devletin fırsatçılara karşı aldığı yasal önlemlerdir. Gıdanın ve diğer ticari ürünlerin teminine yoğun ihtiyaç olduğu dönemlerde haksız kazancı önlemek amaçlı genelgeler yayınlanarak tavan fiyatlar belirlenebilmektedir. Bu durumun en güncel örneği olarak tüm dünyayı etkisi altına alan salgın hastalık döneminde birtakım temizlik ve sağlık ürünlerinde fiyat artışları yaşanmıştır. Özellikle maske temininde sıkıntı yaşanmasının önüne geçebilmek adına maskelere 1 TL tavan fiyat uygulaması getirilmiştir

Hilâlin Gözlenmesi: İslamiyet’te namaz vakitleri, sahur, iftar gibi ibadetlerin vaktinin belirlenmesinde hicri takvim ile ayın hareketleri esas alınmaktadır. Hz. Peygamber, ramazan ayının başlangıcını tespit amaçlı havanın gözlenmesini buyurur, hava kapalı olduğu takdirde Şaban ayını otuz gün olarak hesaplanarak oruca bir gün geç başlanmasını önerirdi. Böylelikle, Osmanlı’da hilalin görünmesi ramazan ayının başlaması anlamına gelirdi. Osmanlı’da hilâli gözlemek için görevliler bulunmaktadır. Bu görevliler, dürüst, doğru sözlü ve bir suç işlememiş kişiler arasından seçilirdi. Öte yandan halk tarafından da hilâl gözlenirdi. Hilâli görenler beraberinde iki şahit ile birlikte heyecanla kadının yanına gider ve hilalin görüldüğünü bildirirlerdi.

Yapılan araştırmalar sonucunda kişinin doğru beyanda bulunduğu tespit edilince durum şeyhülislam ve sadrazamlar yoluyla padişaha bildirilir ve ramazan bayramı ilan edilirdi. Hilali gören kişilere getirdikleri bayram müjdesi karşısında hediyeler verilirdi. Fakat 1978 yılında İslam dünyası temsilcileri Ru’yet-i Hilâl konferansında bir araya gelerek dünyanın herhangi bir noktasında hilalin görünmesinin ramazana başlamak için yeterli olacağını bildirerek kadim geleneğin güç kaybetmesine neden olmuştur. Ayrıca teknolojik şartların iyileşmesiyle beraber teleskoplar eşliğinde hilali görme çalışmaları yapılarak ramazan ilan edilmektedir. Bu nedenle toplumumuzda hilali gözlemleme heyecanı son bulmuştur.

Tekne Orucu: Oruca teşvik edilmek istenen çocuklar heyecanla sahura kaldırılır ve çocuklara oruç için hazırlık yaptırılır. Öğle vaktine kadar oruç tutan çocuklara oruçlu oldukları benimsetilir. Öğleden itibaren çocuklar için iftar vakti gelir ve oruçlarını açarlar. Böylece çocukların dini kaidelere ve geleneğe yabancı kalmamaları ve ramazan aylarını idrak etmeleri sağlanırdı. Çocukların tuttukları yarım günlük oruca tekne orucu adı verilirdi. Tekne oruçları tam gün tutulacak oruçlar için hazırlık mahiyetindedir. Osmanlı’da tekne oruçları adeta törene dönüştürülürdü. Çocuğa orucu rahat geçsin ve açlığı hatırlamasın diye çeşitli iftarlıklar alınır ve çocuk gezdirilerek camilere götürülür, cadde ve parklara çıkarılırdı. Çocukları memnun etmek ve tebrik etmek için aile fertleri çocuklarını sırtlarında taşırdı. İftar saati yaklaştığında çocuklara, “ezan okununca/top atılınca bizi haberdar et” şeklinde vazifeler verilir, böylece ramazan ayları çocuklar için unutulmaz anılar oluşturur ve çocuk dört gözle bir sonraki ramazan ayını beklerdi.  Günümüzde geleneği devam ettiren aileler mutlaka vardır.

Halk Tiyatrosu: Ramazan aylarında iftara yakın saatlerde sokaklarda görülen sessizlik teravih namazından sonra bozulurdu. Çarsılar, dükkânlar, kahvehaneler sahura kadar açık kalır. Ara sokaklar dahi ışıl ışıl olurdu. Teravihin ardından en çok ilgi gören eğlenceler arasında geleneksel halk tiyatroları bulunurdu. Karagöz başta olmak üzere meddah, orta oyunları ve diğer seyirlik oyunlar hemen hemen tüm kahvehanelerde ve meydanlarda oynatılırdı. Bu oyunlar hem toplumsal birliği sağlamada hem de mizah kültüründe önemli bir işleve sahiptir. Ramazanı dört gözle bekleyenler arasında en önde çocuklar gelmekteydi.

İki asır öncesine kadar hemen her mahallede kurulan gösteriler bugün yalnızca nostalji sunarak daha fazla para kazanmak isteyen ve günümüz tabiriyle “cafelerde” ve zaman zaman alışveriş merkezlerinin iftar ve çocuklara yönelik programlarında yaşamaktadır. Bu programlarda da öne çıkan tüm halk tiyatrosundan ziyade Karagöz ve Hacivat’ın anlaşmazlıklarıdır. Semai kahvehanelerin etkinliğinin yitirilmesine sebebiyet veren durumlar halk tiyatrosu için de geçerli görülebilir. Şu dönemlerde Türk halk tiyatrolarını sahiplenen başka milletlerin de bulunması, geleneksel tiyatromuzun korunarak geleceğe aktarılmasını zorunlu kılmıştır.

Geleneklerin Genel Olarak Kaybolma Nedenleri: Osmanlı devleti son asırlara gelindiğinde sosyal hayat, yönetim, ekonomi ve eğitim başta olmak üzere hemen her yönden oldukça karmaşık ve problemli dönemler geçirmekteydi. Bu kargaşa toplumsal hayata da yansımıştır. Toplumun yaşadığı sosyoekonomik bunalımlar kültürel ögelerin bir nebzede olsa geri plana itilmesine neden olmuştur. *İtilaf devletlerince İstanbul’un işgali ile başlayan süreçte milletimizin esas meselesi bağımsızlık olmuş ve toplum var gücüyle kurtuluş savaşı mücadelesine destek olmuştur. İşgallerin, savaşların, ölümlerin yaşandığı bu dönemde halkın en önemli gündemi “ya istiklal ya ölüm” düşüncesi olmuştur. Bu nedenle bu dönemde geleneğin yaşatılması ihmal edilerek geleceğe aktarımı sekteye uğramıştır

Kadın ve erkeğin birlikte iş hayatına atılımları yakınları/akrabaları ile olan yüz yüze diyalogları azaltmış, akrabaların toplanarak bir arada kültürel ögeleri yaşatmasının önüne geçmiştir. Teknolojinin gelişimiyle beraber medya ve internet sosyal hayata egemen olmaya başlamıştır. Bu durumun sosyal yaşamın sanallaşmasına neden olmuştur. Osmanlı’da geleneklerin yaşatılmasındaki en önemli unsur toplumsal birlik, güven ve dayanışma duygusudur. Günümüzde, toplumsallaşmadan uzaklaşılarak bireysel düşünce, ilgi ve tutumlar ön plana çıkmıştır.

Gelenekler canlı bir yapıya sahiptir. Kimisi zamanla işlev kaybına uğrarken kimisi de değişim dönüşüm geçirerek yenilenmektedir. Toplumsal yaşam içerisinde ötelenen geleneksel uygulamalar bir neslin gelenekten haberdar olmadan yetişmesine neden olmaktadır. Geleneksel unsurlardan habersiz kalan neslin geleneği geleceğe aktarması mümkün değildir. Ancak, bir geleneğin yaşatılabilmesindeki en önemli unsur, toplum nezdinde canlılığının ihmal edilmemesidir. Yaşayarak öğrendiklerini unutmayan yeni nesil, gelecekte geleneğine ancak bu şekilde yabancı kalmayacaktır. Her ne kadar teknoloji ve internet sosyal hayattaki birtakım işleri kolaylaştırmış olsa da ailelerin geçmişten aldığı bilgi, birikim ve deneyimlerini çocuklarıyla paylaşması geleneğin yaşatılmasını sağlayacaktır.

Hayırlı ramazanlar...

Kaynak:  ÇETİN, Onur (2020). Geçmişten Bugüne Ramazan Gelenekleri ve Geleneklerin Yaşatılarak Geleceğe Aktarılmasına Dair Öneriler. Türk Ekini Dergisi Sayı 6, s. 14-36.