ÇOCUK GELİNLER -9-

   Şimdi Seni Yüz Üstü Bırakayım mı?

   Kocasının ölümünden sonra, üç yaşında kızı ile yollara düşmüştü Nimet. Bulunduğu köyden bir başka köye;  karısı ölen üç çocuklu dul bir adamın eşi olacaktı.   Köy yerinde genç başına yokluklar içinde dul kalmak kolay değildi. Zaten Nimet’i köye bağlayan hiçbir şeyde yoktu. Annesi babası çoktan ölmüş, ölen kocasının akrabaları da sahiplenmemişti Nimet’i. Hiç bilmediği köye gitmek, hiç tanımadığı adamla yeniden evlenmek kolay değildi. Her şey kucağında taşıdığı kızı Elif içindi.

     Komşularının aracılığı ile gerçekleşiyordu bu evlilik. Komşu köyden talip olan Ömer Ağa; üç çocuğuna bakacak, eli yüzü düzgün eş aramıştı. Köyde durumu çok iyi sayılırdı. Hem sevap işleyecekti bu garip dul kadınla evlenmekle hem de çocuklarına annelik, kendine eş olacaktı. Nimet’e evlilik için vaat edilen,  bir köy evi ile iki tarlayı üstüne geçirecekti.     Bu teklif için Nimet arkasına bakmadan köye geliyordu.

     Nimet, Ağa karısı oldu.  Kısa sürede alıştı yeni köyüne, yeni evine, yeni kocasına… Ömer Ağanın çocuklarına annelik yapıyor onlarla yakından ilgileniyor, yanında çalışanlara talimatlar verip, işleri çekip çeviriyordu.  Nimet’in iki kızı daha olmuştur Ömer Ağadan…

  Nimet’in yanında gelen kızı Elif, on dört yaşına girince, Ömer Ağanın büyük oğlu ile evlendiriliyor. Kız ele gitmesin, mal bölünmesin diye. Elif;  önce Ağa kızı olmuş, Ağanın oğlu Mustafa ile evlenince de ağa karısı... Her ikisi de anne ve babalarının gölgesinde dünyadan bi haber yaşayıp gidiyorlardı. Ta ki anne ve babaları ölünceye kadar… 

    Mustafa, babadan oğula geçen ağalık vasfı ile Ağa olmuştur köylünün dilinde. Mustafa Ağa, babasından kendine düşün payı alıp, gününü gün etmeye başladı. Elif, şimdiye kadar elini soğuk sudan sıcak suya sokmamıştır. Ne köy işinden anlıyor, ne ev işinden. Kocasına da yetersiz kalmıştır.  Üç kızı iki oğlunu büyütmeye çalışıyor kocası Mustafa Ağa da;  orda şurda gönül eğliyordu. Bazen günlerce eve gelmiyor, başka kadınlarla düşüp kalkıyordu. Elif bunların hepsini biliyor hiç sesini çıkartmıyordu. Zamanla mal mülk azalmaya başladı.

     Mustafa Ağa uslanıyordu ama düzensiz hayat onu vaktinden önce yıpratmıştı. Büyük kızları Meliha’yı, kasabada oturan teyzelerinin oğluna istediler. Meliha, on dördüne yeni girmişti. Köyün en güzel kızıydı. Boylu poslu, endamlı, karakaşlı kara gözlü küçük yaşına rağmen birden gelişmiş göze batan bir kızdı. Daha önceden görüp bildiği bu genci hiç sevmemişti, sevememişti evlenmek istemedi.

    Bütün gücü ile karşı çıkmaya çalıştı. Güzel Meliha’yı dinlemedi babası. Kızını bir an önce varlıklı aileye verip, evden bir boğazın eksilmesini sağlayacaktı. Hem karısının, hem kendinin kardeşinin oğlu idi. Meliha’nın hem teyzesinin, hem halasının oğlu oluyordu. ( Nimet’in Ömer Ağadan olan kızı. Mustafa’nın anne ayrı kız kardeşi oluyordu)

     Meliha, günlerce ağladı istemem diye.  Elif kızına yalvarıyor, ‘’ Gel inat etme, el değil rahat edersin’’ diye. Gözyaşları içinde nişanlanıyor Meliha.  Düğün hazırlıkları yapılıyor, gelen hediyeler, takılan takılar hiç biri Meliha’yı mutlu etmiyordu. Bu arada ablasından iki yaş küçük kız olan Züleyha’da yetişmek üzeredir. Ablasının üzüntüsünü gördükçe kendisi için de üzülmeye başladı. Onu istemek için gelecek olan tutkun delikanlı ablasının düğününü bekliyor. Düğün bitsin sıra ona gelecekti.

     Meliha’nın, üzüntüsüne, gözyaşlarına aldırmadan düğün günü geldi çattı. Gelin almaya gelenler kapıda bekleşirken, Meliha tacını duvağını çıkarıp babasının önüne attı, karşısına dikildi, acı gözlerle babasına isyan edercesine‘’ Şimdi seni yüz üstü bırakayım mı? Gitmeyeyim mi? Ne yapacaksın gitmezsem? ’’ dedi. Babası yalvardı kızına ‘’Kızın etme eyleme, benim yüzünü şu köyün içinde yere eğdirme’’ Köyün içinde başın öne eğilmesi hepsinden önemliydi. Ne kızının mutsuzluğu, ne kızının geleceği…

     Çaresiz Meliha, gönülsüz çıktı evden. Evden gelin değil cenaze çıkıyordu. Sürükleye sürükleye bindirdiler gelin arabasına. Gece olunca, kocası yanına gelmek istediğinde, sakladığı bıçağı çıkararak, ’’Bana yaklaşırsan kendimi öldürürüm, sakın yaklaşma!’’ diyerek o gece için kendini korumaya aldı. Odasının kapısını kilitleyerek kimseyi içeri almadı. Kocası sabırlı adamdı. Ne kadar sevilmese sevilmesin, temiz yürekliydi. İstenmediğini biliyordu. Kendisini bir gün sevecek diye bekleyecekti.

     Meliha’nın yüzü o günden sonra hiç gülmedi. Evde ölüden farksız yaşıyordu. Odasından hiç çıkmadan günlerce hapsetti kendini. Kocası hazırlayıp getiriyordu önüne yemeğini. Zorla iki kaşık yediriyordu elleriyle, yemiyordu.  Geriye dönmenin mümkün olmadığını biliyordu Meliha. İstemeye istemeye evin gelini oldu. Bir oğlu oldu. Çocuğunu da hiç sevmedi, daha doğrusu sevemedi. İğrenerek baktığı kocasını her gördüğünde kustu.

     Babasının evinde düğün çoktan telaşı bitmişti. Yeni bir telaş başlıyordu şimdi. Meliha’nın kardeşi Züleyha’ya dünür geliyorlar. Kendi köylerinden, Adil Efendi, üçüncü oğluna Züleyha’yı isteyecektir. Adil Efendi büyük oğlunu evlendirmiş, ikinci oğlu askerliğini bitirmek üzere, üç numara Kasım’da Züleyha’ya sevdalanmıştır. ‘’İlle de o kızı bana alın’’ diye tutturmuştur.

     Kasım;  Züleyha ile aynı sınıfı paylaşmış. Köy okulunda Züleyha birinci sınıfa giderken, Kasın beşinci sınıfta okuyordu. Öğrenci sayısı az olduğu için birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bütün öğrenciler aynı öğretmen tarafından aynı sınıfta okutuluyordu. Kasım, Züleyha’ya okumayı yazmayı öğrenmesinde yardımcı olması için öğretmeni tarafından görevlendirilmişti. Zamanla çocukça sevdaya tutulur Kasım. Züleyha’nın Kasım’ın sevdasından haberi bile yoktur umursamıyordur. Ama yakınlık göstermesi işine geliyordu. Okulda koruyup kolluyordu kendisini.

     Züleyha’yı istemek için geldiklerinde babası Mustafa Ağa; düşünmek için süre ister. Mustafa Ağa, bir gün bahçelerini kontrol edip gelirken, yolda atın üzerinde bir delikanlı görür. Delikanlı attan inip saygı ile yorulmuş olan Mustafa Ağaya atını vermek ister. Bu hareket Mustafa Ağanın çok hoşuna gider. Sorar, ‘’Sen kimin oğlusun, seni tanıyamadım?’’ der. Delikanlı ‘’Ben köyümüzde falanca derler, Adil efendinin oğluyum. Adım Bekir, askerden yeni geldim. ‘’  beraber köyün yolunu tutarlar. Atın üstünde Mustafa Ağa, Adil efendinin bu oğlunu çok beğenir, saygılı bulur, sever.

     Adil efendi, Mustafa Ağanın düşüncesini öğrenmek için tekrar evlerine ziyaretlerine gider. Mustafa Ağa kısa ve net’’ Eğer kızım Züleyha’yı istiyorsanız ben askerden gelen oğlana Bekir’e veririm.’’ der. Kasım’ın sevdası arada kaynar gider.

     Meliha’nın hastalığı Züleyha’nın işini uzattırdı. Hasta olmuştu Meliha, doktorlara koşturdu kocası, paralar harcadı tek ki sağlığına kavuşsun diye. Bulunduğu yerdeki doktorlar fayda etmeyince Ankara’ya götürdü. Orada da iyileşmedi. İstanbul’da oturan bir tanıdığı ‘’İstanbul’da iyi doktor var ‘’değince oraya götürdü. Hastaneye yatırdılar. Uzun süre hastanede yattı. Çocuğu daha beş altı aylıkken İstanbul’da vefat etti. Meliha babasına, kocasına kızgınlığından ‘’Ölürsem kimse gelmesin, cenazeme.  Beni buraya gömün’’ diye İstanbul’da ki yakınına vasiyet ettiği için, kocası da dâhil, aileden kimse gelemeden İstanbul’a gömüldü.

     Babası, kızının ölüm haberini alınca yataklara düştü, yaptığı hatanın acısı ile kısa sürede o da hayata gözlerini yumdu. Elif hem kızını, hem kocasını kaybetmenin acısı ile uzun süre kendine gelemedi.

     Bu kadar acı içinde iken İkinci kızı Züleyha’yı istemeye tekrar geldi Adil Efendi. Elif kadın, Züheyla’yı vermeyi düşünmüyordu. Adil Efendi, ‘’Mustafa Ağanın bize sözü var, Züleyha’yı bize verdi ölmeden önce’’ diyerek Mustafa Ağanın ölümünden altı ay kadar sonra Züleyha da gelin olmuş, Bekir’e varmıştı.

     Züleyha’dan hemen sonra,  acele Kasım’ı evlendirdi Adil efendi. Kasım istediği kızı alamayınca, kaderine razı olup bir başka çocuk gelinle evlendi. Kayınvalidenin evinde şimdilik üç gelin vardı. İçlerinde en zayıf, beceriksiz olanı Züleyha idi.  Ufak tefek, hâlâ çocukluktan kurtulamamış, babasının evinde kendisine küçük çocuk muamelesi yapılıp hiçbir iş gösterilmemişti. Bu beceriksizlik ve saflığını ağa kızı olmasına bağlıyordu herkes.

    Ama ağa kızı olmak el kapısında geçmiyordu. Buranın işi çoktu. Hayvanları vardı bakılacak, bahçe bağları vardı ekilip dikilecek. Ev işleri yemek, çamaşır, bulaşık kalabalık evin işi de çok oluyordu. Kayınvalide köyde sözü geçen, herkes tarafından saygı duyulan zarplı bir kadındı. Evdeki kalabalık yetmiyor gibi, yoldan geçeni çevirir yemek yedirmeden göndermezdi.

     Gelinlerini hiç boş durdurmazdı. Sürekli bir şeyler bulur yapın diye emrederdi. Zavallı Züleyha, beceriksiz ya, diğer kurnaz gelinler onu çalıştırırdı. En zor işleri ona yüklerlerdi. Hayvanlara bakmak, sütlerini sağmak onun görevi idi. Hiç hayvanın yanına uğramamış olan Züleyha inek sağmasını,  tezek atmasını öğrenecekti. Bahçede çapalama, ekme dikme işine de Züleyha koşuyordu. Diğer iki gelin beraber olup, ‘’Şunu da sen yap öğren, bunu da sen yap öğren’’ diye diye koşturuyorlardı Züleyha’yı. Günler böyle geçerken bir gelin daha geldi eve. Züleyha seviniyordu kendi kendine, yeni gelen gelin iş yükünü hafifletecek diye.

     Yeni gelin gelince; büyük gelin artık kendi yeni evine geçti. Yeni gelin ise geldiği günün ertesi ‘’Ben hastayım ‘’ dedi ve yattı. Yatış o yatış. Ne ev işine baktı, ne yemeğe, ne de bağ bahçe işlerine. Sürekli hasta numarası… Züleyha’nın başına onun bakımı da kaldı. Uyanık yeni gelin iş zamanı hasta olur, diğer zamanlarda bol bol, bilmiş bilmiş konuşurdu.   Kayınvalideden sonra evde en çok onun sözü geçmeye başladı. Kendine ait odasında hanım ağalar gibi oturur, ayağına hizmet beklerdi…

     Bu arada arka arkaya doğumlar yaptılar. Hepsinin de çocukları oldu. Aradan geçen yıllar içinde Züleyha’nın altı çocuğu oldu. İlk iki çocuğu kız idi. Eltileri ile beraber çocuklarını büyüttü. Hep içinde ahtı vardı. Kızlarını küçük evlendirmeyecekti. Kendi çektiği sıkıntılarını, ablasının zorla evlendirilmesini unutamıyordu. Büyük kızını istediği gibi yaşı gelince evlendirdi. Ancak küçüğü, Mihriban, on dördüne basıp, gittikçe güzelleşince, Mihriban’ın halası; oğlu için kapıya dayandı. Genellikle küçük şehirlerde ya da köylerde sülalede güzel kız varsa önce en yakın akrabaları dünür olur. Güzel kızı ele kaptırmak istemezler. Kan bağı yüzünden sakatlıkların olabileceği hep göz ardı edilir.

     Mihriban’ı da ellere kaptırmamak için ellerini çabuk tutan halası, her gün Züleyha’ya gelir. ‘’Mihriban benim gelinim olacak. Onu kimselere kaptırmam’’ der giderdi. Züleyha bu evliliğe hiç sıcak bakmazdı. Hem kızı küçük, hem de görümcesi ile yıldızları uyuşmamıştır. Bu evliliğe bütün gücü ile karşı çıktı. Evde,  Züleyha hariç herkes bu evliliğe olumlu bakıyordu.

İstemeye geldikleri akşam da Züleyha, ‘Bu evliliğe zerre kadar gönlüm yok, ben kızımı vermiyorum ‘’ diye çıkış yapar. O zamana kadar sesi çıkmayan kayınvalidesi, elindeki bastonunu yere vurarak ‘’ Züleyha, Züleyha,  bana bak! Kız sahibi mi oldun da kızı vermem diyorsun? Sen kim oluyorsun da vermem diyorsun?  Burada ben varken sana laf düşmez’’ diyerek azarlıyor, sesini kesiyordu. Mihriban’ı o gece sözlüyorlar. Artık halasının gelin kızı olmuştur; Mihriban yaşıtlarına göre biraz iri yapılı, güzel kara gözleri,  iki örülünce birer bilek kalınlığında uzun simsiyah saçları, billur gibi bembeyaz teni ile Züleyha;  güzel kızına bakıp bakıp ağlıyor. Onu kimse dinliyor. Bir türlü engel olamıyor kızının gelin olmasına.

     Mihriban gelin olur olmaz, kendini ağır işlerin içinde buluyor.  Evde kayınvalidesinin;  yaşlı kayınvalidesi,  huysuz kayınpederi, aksi halası, annesinin dolduruşuna gelen eğitimli(!) kocası tarafından hırpalanmaya başlanıyor.  Halası gelin geldiğinde, kaynanası ona ne şiddet uyguladıysa o da gelinine yapmaya çalışıyor.

    Halasının kayınvalidesi de zamanında çok huysuzmuş.  (Mihriban’ının küçük erkek kardeşi)  yeğeninin cebine saklıca üç tane, ceviz koyarken kayınvalidesi görüyor, ‘’Vay efendim sen oğlumun ocağına incir ağacı dikeceksin, nasıl verirsin o cevizleri’’ diye veryansın etmiş. Akşam kocasına da bir güzel dövdürmüş.  Mihriban’ın kayınvalidesi olan halası da çok dayak yemiş. Bütün olanları unutarak şimdi gelinine aynı zulümleri yapıyor. 

     Mihriban’ın yaptığı hiçbir şey beğenilmiyor. Daha çocuk olduğu için bilmediği o kadar çok şey var ki. Bilmedikçe, yapamadıkça başına kakılıyor, ‘’Halasıyım’’ demiyor kayınvalidesi; üvey anneymiş gibi azarlıyor, şiddet kullanıyor. Daha olmadı oğluna şikâyet edip dövdürüyor. Oğlu da dövmenin erkeklik olduğunu sanıp annesinin, babasının öfkesini Mihriban’dan çıkarıyor. Zavallı Mihriban, hiç sesini çıkaramadan, kimseye bir şey diyemeden dayak yiyip yiyip oturuyordu. Çoğu zaman neden dövüldüğünü, suçunun ne olduğunu bilmiyordu.

     Bir gün küçük erkek kardeş, ablasına süt götürüyor, sütü getirdi diye kardeşinin gözü önünde azarlanıyor, ‘’Söyle bir daha buraya gelmesin! ‘’ diyorlar. Mihriban ‘’Benim kardeşim o, gelecek tabii’’ der demez sille tokat girişiyorlar. ‘’Nasıl karşılık verirsin, ne biçim konuşuyorsun?’’  Kardeşi tanık oluyor ablasının dövülmesine, eve gelip anlatıyor. Fakat ne annesi ne babası, bir şey yapamıyor. Bir daha gönderemiyorlar çocuklarını. Kol kırılır yen içinde kalır hesabı ailevi sorunlarını kendileri halletmeliler. Evlendikten sonra anne ve babası el gibi uzak kalıyorlar.  Ne gidip gelebiliyorlar, ne de arayıp halini sorabiliyorlar.

     Dövmek için bahane mi yok? Sanıyorlar ki dövdükçe, evine bağlanacak, kocaya kayınbabaya, kaynanaya saygı artacak. Gelin Mihriban’ı korkutarak, döverek sindiriyorlar. Mihriban’ı dışarıdan görenler bir eli yağda bir eli balda sanıyorlar.  El âlem zannediyor ki köyün en güzel kızı, mesut mutlu ve şanslı...

     İlk çocuğu doğduğunda eşinin görevi nedeniyle başka bir köye taşınırlar. Burada biraz olsun rahat eder Mihriban. Yanlarında kaynana, kayınbaba yoktur ama çocuk küçük diye yaşlı gözleri görmeyen kocasının babaannesi vardır. Onun da çocuk gibi bakıma ihtiyacı varken Mihriban’a yüklerler sorumluluğunu.

          Bir akrabalarının düğünü için kendi köylerine gelirler. Mihriban annesini, babasını, kardeşlerini çok özler. Düğün sırasında kaçamak yaparak kendi evlerine uğrar. Her birine ayrı ayrı sarılarak hasret giderir. Mihriban’ın annesi, babası torunlarını severler. Çok fazla oturmaz da.

       Hemen evlerinden ayrılır ayrılmasına da; kayınvalidesi anlar annesine uğradığını. Çünkü gözleri sevinçten ışıl ışıldır. ‘’Sen kimden izin aldın da annene gittin’’ diyerek hırpalar oğluna da söyler. Mihriban’ı çarpa çarpa döver kocası. Ertesi günü köyün otobüsü ile oturdukları köylerine gidecekler, Mihriban’ın babası, uğurlamak için otobüse geldiğinde kucağında çocuğu ile Mihriban’ı görür. Yüzü gözü şişmiş mosmor kızını görünce dayanamaz. Tutar kolundan, arabadan indirmeye çalışır. ‘’ Yürü kızım eve gidiyoruz’’ dedikçe Mihriban kocasının korkusundan yerinden kımıldayamaz. Babası çekiştirir, kaldırmak için Mihriban, direnir kalkmamak için. Bir türlü ikna edemez kızını. Akrabalarından birileri gelip babasını indirir arabadan ‘’Kızın yuvasını mı bozacaksın kucağında çocuğu ile?’’ Giden otobüsün arkasından bakakalır babası...

       Gittikleri köyde, görevini tamamlamıştır eşi. Geri köylerine dönerler, artık kendine ait yeni bir evi vardır. Saklı gizli de olsa annesi ile kardeşleri ile görüşebilecekti.  Ne yazık ki bu hevesi kursağında kaldı. Kayınbabası sabah namazı camiden çıkar çıkmaz geliyor evine akşama kadar başını bekliyordu. Garip bir düşmanlığı vardı Mihriban’ın ailesine. Mihriban’ın çöplerini karıştırıyor, kendinden saklı ne yemişler çöpe neler atmışlar, açıklarını arayıp geziyordu. Yeniden kâbus dolu günleri başlar Mihriban’ın. 

     Köyde, her işin bir zamanı var. Ekilir, biçilir. Toplanır. Kışlıklar hazırlanır, ekmekler yapılır. İmece usulü ile yapılan ekmekler birkaç gün sürer. Mihriban’ı da komşuları çağırır ekmek yapmak için. Annesi de hem kızını görmek, hem de imeceye yardımcı olmak için gider komşularına. Kızının yanında olmak anneye mutluluk verir. Mihriban’da çok sevinmiştir annesini gördüğüne. Kalabalık kadınlar topluluğu ile ekmekler yapılmakta, gelene gidene sıcak sıcak ekmekler dürüm yapılarak verilmekteydi.

   Mihriban’ın kayınvalidesi de geldi dürüm almak için. Gelininin yanında,  annesini görünce hışımla çıkıp gitti. Biraz sonra Mihriban’ın kocası geldi. Kadınların içinden Mihriban’ı çekip aldı. Herkesin içinde tekme tokat girişti. Züheyla kadın dondu kaldı. Sevmeye kıyamadığı, öpmeye doyamadığı güzel kızını gözünün önünde dövülmesi, hem de köylü kadınların içinde, ne diyeceğini bilemedi.

     Mihriban’ın oynadığı mutluluk oyunu bozulmuş, onuru gururu ayaklar altına alınmıştı. Kendini çok kötü hissetti Mihriban. Bir daha el yüzüne çıkamam sanmıştı. Ekmek yapan köylü kadınlar, hiç bir şey olmamış gibi ekmeklerini yapmaya devam ettiler. ‘’Kocasıdır, döver de, severde’’ zihniyeti ile kendilerinin de her zaman başına gelen dayak olayı olağan karşılandı. Ekmek yapan kadınların çoğu çocuk gelindi zaten. Geçen zaman içerisinde, babalarından, ağabeylerinden evlenince de kocalarından, kayınvalidelerinden,  kayınpederlerinden hatta kayınbiraderlerinden dövülmüş, istenen şekle girmiş kadınlardı.

     Mihriban’ın çilesi, kayınvalide ve kayınpederin ölümüne kadar devam etti. Bu süre içinde yuvasını bozmadı, bozamadı. Çocuklarını büyüttü. Artık dayak yemiyor. Kim bilir? Belki de kocasının dövecek gücü kuvveti kalmadı…