Dünyanın şekillendiği çeşitli dönemler vardır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası, İkinci Dünya Savaşı sonrası gibi… 1990 sonrası, yani Doğu Blokunun çöküşünden sonra da dünya yeniden şekillendi. II. Dünya Savaşı sonrası şekillenen ve defacto olarak ikiye ayrılan dünya, Kore savaşı ve bazı bölgesel çatışmalar hariç tutulursa, sıcak bir savaşta karşı karşıya gelmedi. Kore Savaşında da Çin ile doğrudan ama doğu blokunun gerçek temsilcisi SSCB ile dolaylı bir savaş yaşandı. Zira bu ülke savaşa resmen girdiğini hiçbir zaman kabul etmedi. Lojistik destek, silah desteği ve hava unsurlarının aktif kullanımına rağmen, herhangi bir savaş uçağı ele geçirilemediği için durum somutlaştırılamadı. Savaşın resmen kazananı olmadı. Kore ikiye ayrıldı ve ateşkes ilanıyla halen devam eden fiili durum oluştu. 1945 sonrası doğrudan bir sıcak savaş olmasa da çok ciddi bir “soğuk savaş” dönemi yaşandı. Bu daha çok uzay çalışmaları alanında bilimsel-psikolojik yarış-savaş, silahlanma-nüfuz alanı oluşturma ve propaganda yarışı şeklinde 1990’da Berlin Duvarı yıkılıncaya kadar devam etti. Taraflar zaman zaman diğerine karşı üstünlük sağlasa da, nihai olarak Doğu Bloku soğuk savaşı kaybetti. Doğu Blokun yıkılış süreci Aralık 1979’da başladı aslında… Brejnev’in emriyle elini-kolunu sallaya sallaya Afganistan’a giren SSCB’ye içerideki işbirlikçilerin desteği de yeterli gelmeyince ABD’nin Irak’ta yaptığına benzer bir yılım ve ölüm bırakarak yüzüstü çekilmek zorunda kaldı. 1979’da girdiği Afganistan’dan 1989’da ayrılmak zorunda kaldığında, tarihin tozlu sayfaları arasına girmesine sadece iki yıl kalmıştı. 1985 ise SSCB’nin kavşamaya başladığı yıllardı: Glasnost ve Perestroika… Sıcak savaş, daha doğrusu SSCB’nin özgür Avrupa’yı işgal etme ihtimaline karşı ise NATO ittifakı kurulmuştu. Zira SSCB gerçek bir tehlikeydi. Avrupa’da bir ittifak zorunluydu. Bu ittifak Avrupa’yı kurtaran ABD’siz de olamazdı. Zira savaştan bitmiş-tükenmiş bir Avrupa, ABD’nin müdahalesi ile Nazi Almanya’sının işgalinden kurtulmuştu. Ancak, savaş sonrası yeni bir tehlike belirdi: Bu tehlike, savaşta müttefik olan ABD-Avrupa ile SSCB arasındaki nüfuz mücadelesi idi. Bu tehlikeyi Avrupalılar da görüyordu. Ancak bertaraf etme güçleri yoktu. Ne yenik Almanya, ne işgalden kurtarılan Fransa ve ne de artık tarihi gücünü ve misyonunu kaybetmiş olan İngiltere… Hiçbirisi ama hiç birisi birlik de olsalar Sovyet yayılmasını engelleyecek güçte değillerdi. Yani kısaca Avrupalı devletler kendilerini önce Nazi Almanya’sından kurtaran ABD’den, şimdi de SSCB’nin tehditlerinden kurtarmasını istiyorlardı. ABD bu şekilde yerleşti Avrupa’ya… Önce Marshall yardımlarıyla gönüllerini aldı. Arkasından AB’nin kurulmasına destek oldu… Daha sonra NATO vasıtasıyla SSCB’den gelebilecek tehlikeleri ortadan kaldırmak üzere ordusunu konuşlandırdı. Bu da yetmezmiş gibi her ihtimale karşı halk direnişini organize etmek üzere NATO ülkelerinde o ülkelerin yöneticilerinin yetkisi dışında gizli örgütler kurdu: Kontrgerilla, Gladio gibi… Türkiye’nin NATO’ya kabul süreci de böyle bir endişeden kaynaklanmaktadır. Zira Türkiye hür Avrupa ile komünist SSCB arasında tampon bir ülkeydi. Yani Avrupa’ya Doğudan gelecek bir tehdidi ilk göğüsleyecek ülke Türkiye olacaktı. Bir anlamda NATO da Türkiye’ye muhtaçtı. Elbet Türkiye’nin Kore’de yaptığı hizmetler ve kahramanlıklar göz ardı edilemezdi. Zira hiç bir ortak bağı ve tarihi olmayan Kore’ye özgürlüğü için tam beşbin asker göndermiş olan Türkiye, özellikle Kunuri çatışmalarında Çin ordusunun ilerlemesini yavaşlatarak ABD ordusunu yok olmaktan kurtarmıştı. Böyle bir hizmet karşılıksız bırakılamazdı elbette… Yıl 1991… Sovyet tehdidi ortadan kalktı. Sovyet tehdidinin kalkmasıyla birlikte NATO’nun da kuruluş gerekçesi kalmadı. Ama dünya yeniden şekilleniyordu. Bu yeni dünya düzenini dizayn edecek global bir güce ihtiyaç vardı. Üstelik bu güç artık çok daha rahat at oynatabilirdi. Zira rakip Varşova Paktı dağılmıştı. Ama Türkiye’nin, dünyanın yeniden şekillendiği bu dönem için hiç bir hazırlığı yoktu. Orta Asya’da altı adet Türk-Müslüman kökenli ülke bağımsız olmuştu ama, Türkiye bir takım kucaklaşma- öpüşme dışında nerdeyse hiç bir şey yapamamıştı. Zira, bir çok zaman olduğu gibi içerdeki ayak oyunlarından Türkiye’nin etrafına bakacak mecali yoktu. Üstelik plansız-programsızlık, Orta Asya Cumhuriyetlerinde bir “güvensizlik” de oluşturmuştu. Bu ülkeler çok geçmeden Putin’le birlikte yeniden güçlenen Rusya’nın nüfuz alanına girdi. Azerbaycan gibi ülkelerdeki cılız çıkışlar ise (Elçibey’in mücadelesi), yine bölgesel güçler ve içerdeki işbirlikçiler kullanılarak kısa sürede bastırıldı. Ama Almanya öyle yapmamıştı. Geçen 45 yıllık sürede bütün enerjisini bölünen Almanya’nın bütünleştirilmesine ayırmıştı. Bunu başardı da… Hem de SSCB dağılmadan… 1990 yılında… Japonya’nın II. Dünya Savaşı’nda SSCB’ye kaptırdığı Kuril Adalarına dönük mücadelesi ise halen devam ediyor. Süreç sonrasında dünyanın tek jandarması olan ABD kimi zaman konsept değiştirip Somali’ye doğrudan müdahale ediyor, kimi zaman Panamayı işgal ediyor, Afganistan iç savaşını yönlendirip orada kendine bağlı bir yönetim (Taliban) oluşturuyor, kimi zaman da İran’ı tehdit ediyor, bir bahaneyle Körfeze yerleşip, Irak üzerindeki uzun vadeli planlarını hayata geçiriyordu. Dünyanın 1991 sonrası yeniden şekillenmesini önemli ölçüde tamamladıktan sonra, Çin ve güçlenen Rusya’nın tehditleri bir tarafa bırakılırsa, çok da kafası çalışmayan George W Bush 8 yıllık Demokrat Parti (Clinton Dönemi) iktidarının ardından Siyonist orijinli Neo-Conlar marifetiyle, ABD derin devletine has yöntemleri kullanarak daha fazla oy almış olan Demokratların adayı, Al Gore’u devre dışı bırakarak baba Bush’un yarım bıraktığı misyonu tamamlamak üzere ABD başkanlık koltuğuna oturuyordu. İlk iş Irak’ın işgali… Bu kadar medya gücü varken bahane bulmaya ne var… Arkasından hala nasıl olduğu belli olmayan 11 Eylül gerekçe gösterilerek Afganistan’ın işgali… Elbette bütün bunlar bir sebebe dayandırılmalı idi. Zira ABD derin devleti uzun vadeli tehlikeyi görmüştü: 1990 sonrası özellikle İslam ülkelerinde öze doğru bir yöneliş, muhafazakarlaşma, bir uyanış süreci gözlemliyordu… Bölgede de ABD’nin gayri meşru çocuğu İsrail aynı endişeleri taşıyordu… Doğal olarak olayın önünün alınması gerekiyordu. Plan birer birer hayata geçirilip tehlikeler teker teker bertaraf ediliyordu. Bu arada İsrail elini sıcak sudan soğuk suya da sokmuyordu. Zira, Filistinlileri öldürmekle meşguldü. Bölgede önceden kurulmuş yönetimler vasıtasıyla bu ülkelerde oluşmaya başlayan muhalefete kimi yerde darbe yaparak, kimi yerde iç savaş çıkararak, kimi yerde de parti kapatmak… gibi yöntemlerle nefes aldırılmıyordu. ABD olayın “İslami” boyutunu da göz ardı etmiyordu. Bu ülkelerde kökü dışarıda geniş toplum kesimlerini etkileyen, İslami söylemi olan ve adına “ılımlı İslam” dedikleri ve kurallarını kendilerinin belirlediği ve uzun vadede ABD emellerine hizmet eden gruplar oluşturmaya başladı. Böylece milyonlarla ifade edilen “Müslümanlar” bir ibadet aşkıyla ve birçoğu da farkında olmadan, ABD’ye hizmet etmeye başlamıştı. Öte yandan Ortadoğu’daki yaşlı diktatörlerin foyaları yavaş yavaş ortaya çıkmıştı. Buna da bir çare bulmak gerekiyordu. Ilımlı bir geçişle oğullarının yerlerini almasını tercih etseler de artık Ortadoğu halkını bu eski ayak oyunları ile ikna etmek mümkün değildi. İblis gibi yöntem değiştiriyorlardı. Biri deşifre oldu mu diğerini devreye sokuyorlardı. Oluşturdukları tek yanlı eğitim sistemiyle (tevhid-i tedrisat gibi) o ülkenin önemli bir kesimini zaten saflarına çekmişlerdi… Yani her kesimden geniş bir taraftar grubu canla başla bunlar lehine çalışıyorlardu. Zira ekonomik ve sosyal gelişmişliğini tamamlamamış olan bu ülkelerde, seçim varsa bile genellikle manupile ediliyordu. Global güçlerin bu ülkelerde kendilerine göbekten bağlı temsilcileri -ki bu bazen bir medya grubu, bazen bir parti, bazen asker, bazen işadamı dernekleri, sendika, lobi, baskı grubu, yasal-yasadışı örgütler hatta cemaatler…. olabilir- bu işte canhıraş çalışırlar… Bu onlar için adeta kutsal bir vazifedir. Büyük güçler esasen bunlar vasıtasıyla neredeyse her seçimde yeni bir olağanüstü gündemle seçmenin kafasını karıştırır, onların kutsallarını devreye sokarlar… Bu kutsal bazen irtica, bazen milliyetçilik, sağcılık, solculuk…  Konjonktürel olarak hangisi gerekliyse devreye sokulur. (devam edecek…)