Yalnızca okuyorum. Artık yazmak gelmiyor içimden. Hem, ben bilgisayarları kullanamıyorum. Eskiden kalem vardı. Kağıtla kalemin birlikteliği ekranlara terk etti kendini. Bizler daktiloda kaldık. Çağa ayak uydurmak gerekir diye yutturdukları acımasız batılıların oyuncağı olduk. *             *             *             *             * Şarkı söylemiyorum. Eskiden radyoda, televizyonda kendi müziğimizin nağmelerine mırıldanarakta olsa eşlik ederdim zaman zaman. Şimdi, uzunca bir süredir artık şarkı bile dinlemekten kaçar oldum. Ne oluyor bana diye kendi kendimi sorguluyorum. Yorgun hissediyorum kendimi cevabını alıyorum. Savaştan, sanki 3.Dünya Harbinden çıkmış gibiyim. Musul, Kerkük’te, o binlerce yıldır Türklüğünü ve türkülerini, dillerini abide gibi dimdik ayakta tutabilmiş insanların derdi yüreğimin bir tarafından hiç çıkmıyor. Sırpların binlerce Müslüman kadına tecavüzleri, Avrupa’nın ve tüm dünyanın gözleri önünde katledilen çocukları unutamıyorum. Ve insanlığımdan utanıyorum. Ateş emrini veren, yüzlerce Türk ve Müslüman soydaşımızı katlederek, onbinlerce insanı yerinden yurdundan eden Sarkisyan’ı ve Dağlık Karabağ’ı bir türlü hazmedemiyorum. Ve biz gidip bu insanların elini sıkıyoruz. Barış çubuğu içmeye zorlanıyoruz. Utanıyorum Azeri kardeşlerimize karşı ve yüzüm kızarıyor. Irak’ta katledilen milyonlarca Müslüman, sağ kalan yaşayıp yaşamadığı bile belli olmayan 1,5 milyondan fazla öksüz, aç, sefil Müslüman çocuğu ve onların analarının dramına dönüp bakmıyoruz bile. Bazı şeyleri pas geçiyoruz. Tıpkı Suriye Türkmenleri gibi. Bu ne biçim din kardeşliğidir? Bu ne biçim Türk kardeşliğidir? Yazmak gelmiyor içimden. Bu yüzden şarkı, türkü söyleyemiyorum. Kısaca birçok insanımız gibi mutsuzum, gelecek kaygılarım ağır basıyor. Ve aynı zamanda bu kaygısız, bana ne, benden gerisi, bana dokunmayan yılan misallerini içine sindirmiş bir toplum karşısında endişeliyim. Sinir uçları, beynindeki insani hücreleri dağlanmış toplum haline gelmişiz. Suriye, 500 yıldan fazla Osmanlı’nın, yüzlerce yıl Selçuklu’nun eyaleti olmuş bir eyaletimiz. Orada Türk damgası vardır ve durur. Selahattin’le Haçlıları birlikte karşılamışız. Haçlıları durdurmuş, İslamı korumuş, Türklüğü ve İslamı ayakta tutmuşuz. Bugün Türküm demekten korkar hale gelmişiz. Yerine ne koymuşuz? 40 parça olmuşuz ve bunla övünüyoruz. Her türlü milliyetçilik ayaklar altına alınmış. Memleketin içinde gaflet ve delalet içinde olanlar, ordunun beyin takımını ve en büyük paşalarını kumpaslarla zindanlara atmışlar. Birileri bunun yanında milyarlarca doları bölüşme derdine düşmüş. Onun için niye yazmıyorsun diyenlere cevabım, ‘içimden gelmiyor’ oluyor. Bu çirkinliğin nesini yazacağım? Hiçbir Hrsitiyan ülkesinde savaş yok, kan yok, gözyaşı yok. Olsa da anında durduruyorlar. Ancak, ne yazık ki bütün İslam ülkelerinde kan ve gözyaşı akmaya devam ediyor. Ah! Osmanlı! Ah Atatürk! Bütün Türk ülkeleri hürriyetlerine yeni kavuşmuş.  Ancak yarı bağımsız hale gelebilmişken, benim Karacaoğlan’dan, benim çeşitli bestecilerden şarkı, türkü çağırmam ne mümkün. Artık tat alamıyorum. Yediğim, içtiğim boğazıma diziliyor her gün. Ülkemde, Anadolumda, bu son vatan toprağında huzur yerini huzursuzluğa bıraktı. Yine mi kara bulutlar? İnsanların yüzü gülmüyor. Mutluluk uçup kara bulutlara karışmışken elbette ben sevinemem. Yüz binleri geçen ölümler Suriye’de habire katlanırken, Müslüman Müslümanın kafasını kesip Allahuekber diye top oynayabiliyorsa insanlık bitmiş demektir. Sevinecek neyimiz kaldı ki?