2014 BÜTÇESİ: MAKRO BÜYÜKLÜKLERİN ANALİZİ… Geçen haftaki yazımızda bütçe ile ilgili genel bilgiler vermiştim. Bu hafta bütçedeki rakamsal büyüklükleri ve bunların ne kadar gerçekçi olduğu üzerinde duracağım inşaallah… Malum bütçe bir tahmindir. Bu yüzden bütçe kanununda geçmiş yıl ortalamaları ve o yıl yapılan yeni düzenlemeler dikkate alınarak gelecek yıla ilişkin toplanacak vergiler, yapılacak harcamalar, yıllık büyüme, bütçe açığı, borçlanma gereği gibi temel alanlarda, gelecek dönem riskleri de dikkate alınarak yapılan tahminler yer alır. Düşük de olsa enflasyonun varlığı ve ekonomideki büyüme ihtiyacının bir gereği olarak, vergi gelirler ve kamu harcamalarına dair tahminler genellikle yukarı yönlüdür. Herhangi bir ekonomik kriz ya da deprem gibi olağanüstü harcamaları gerektiren durumlar olmadıkça hedeflere genellikle ulaşılır. Hatta son yıllarda pek çok zaman bu hedeflerden daha iyi bir performans göstermiştir ekonomimiz… Ancak ekonomide bir çok belirsizlik vardır. Bunlardan en önemlisi ekonomik krizlerdir. Maalesef ekonomik krizler tam olarak bilinememektedir. Sadece hissedilebilmektedir. Boyutunu, süresini bilmek neredeyse imkansızdır. Hatta bazen hissetmek bile mümkün olamamaktadır. Bu durumu son yıllarda yaşadığımız iki krizi örnek vererek izah etmek istiyorum. Bunlardan birisi bizim iç krizimiz olan 2001 krizi… Ansızın geldi. Kara Pazartesileri, kara çarşambaları yaşadık. Döviz fırladı gitti. Dönemin, krizi öngöremeyen IMF Türkiye Direktörü İtalyan Carlo Cottarelli bu süreçte koltuğundan oldu. Zira kriz patlak verdiğinde Türkiye’de bile değildi. Apar-topar geldi ama nafile… Krizi sadece dönemin Merkez Bankası başkanı farketmiş (!), o da üç gün önceden, tasarrufunu dövize çevirmişti. Bir de tabii haber verdiği bazı bankalar vardı. Bu bankalar kriz öncesi Merkez Bankasından yüklü miktarlarda döviz satın almışlar, bir kaç gün içerisinde servetlerine servet katmışlardı. Maalesef henüz bunun hesabı sorulamadı. 1990’ların ekonomik ve siyasi neredeyse bütün sonuçlarını bu krizde kemiklerimize kadar hissettik. 1999 depremi de işin tuzu biberi oldu. Ülkemiz IMF’ye teslim oldu adeta… Dışarıdan bakan bile ithal ettik. İkinci kriz ise 2008’de ortaya çıkan küresel kriz… Bunun ayak sesleri gelmişti aslında… Kriz öncesinde ABD’de özellikle mortgage (bir tür konut kredisi) borçlarının geri dönmemesinden kaynaklı bir resesyon (durgunluk olarak da ifade edilir ve en az iki dönem üst üste ekonomide küçülmesini ifade eder) yaşanacağı konuşuluyor, ekonomistler ekonometrik analizlerle bu yönde tahminlerde bulunuyorlardı. Ama hiç kimse krizin bu kadar derin, bu kadar global, bu kadar geniş sektörü ilgilendirecek düzeyde ve bu kadar uzun süreceğini tahmin edemedi. Krizi tahmin ettiği ileri sürülen bazı bilim adamlarından bahsedilse de bu bir görüş olmanın ötesine fazla geçemedi. Türkiye 2001 krizinde aldığı sıkı tedbirlerden olsa gerek, krizden çok derin etkilenmedi. Ancak krizin 2009’daki yansıması Türkiye için yapılan bütçe tahminlerini alt üst etti ve Türkiye ekonomisi önemli bir küçülme (% -4.7) yaşadı. Ama Türkiye bu dönemden sonra hiç küçülmedi. Bir miktar da işsizlik artmıştı bu dönemde, ama kurumsal büyük iflaslar yaşanmadı. Buna rağmen kriz öncesi ihracatı ancak 2011 yılı sonunda aşabildik. Ekonomimizdeki kırılgan yapı, anlaşılan, önemli ölçüde aşılmış bu dönemden önce alınan önlemlerle… Zira tsunami diyebileceğimiz bir etkiye rağmen, ekonomimiz sarsıldı ancak devrilmedi. Örneğin bu dönemde Türkiye’de hiç bir banka batmadı. ABD’de Ocak 2010 itibariyle batan banka sayısı 310 idi. Başta Yunanistan olmak üzere özellikle Avrupa Birliği ülkelerindeki durum dikkate alınırsa, Türkiye’nin tek bir yıl hariç büyümeye devam etmesi ve süreç içerisinde işsizliği % 10’ların altına çekmeyi başarması ekonominin bünyesinin sağlamlığına ilişkin diğer göstergelerdir. Elbette siyasi yapı da önemli bir belirleyici… Siyasi yapıdaki belirsizlikler de ekonomiyi doğrudan etkilemektedir. Türkiye’nin 1950-60, 1965-1969 ve 2002 sonrası dönemler siyasi istikrarın da olduğu, ekonomik büyümenin de yaşandığı dönemlerdir. Türkiye bu dönemlerde önemli ekonomik atılımlar yapmıştır. Tek parti iktidarının olduğu bu dönemlerde siyasal istikrar, doğrudan ekonomik istikrarı etkilemiştir. Bir örnekle konuyu somutlaştırmak istiyorum: 1980’de Türkiye’nin ihracatı ne kadardı biliyor musunuz? sadece 2.9 milyar dolar… Turgut ÖZAL’ın Cumhurbaşkanı olduğu 1989’da ise yaklaşık olarak 11.6 milyar dolara çıktı bu miktar… Bu rakam yaklaşık dört kar artışı ifade eder. Elbette bu artış ekonominin geneline yansıdı ve halka refah artışı olarak geri döndü. Türkiye’de siyasal istikrarın 2002 AK Parti hükümeti döneminde önemli ölçüde sağlandığını söyleyebiliriz. Bu dönemin ekonomik performansı üzerinde sonraki yazılarımızda durabiliriz, ama siyasal istikrar üzerinde kurulan son dönemdeki baskı, bir krize neden olabileceği tahmin edilmese de, bütçe büyüklüklerindeki öngörüleri alt- üst edebilir. Şimdi 2014 bütçesinin büyüklüklerine bakalım ve değerlendirmemize geçelim. 2014 yılında bütçe giderleri 436.3 milyar TL olarak tahmin edilmiştir. Yani yaklaşık olarak 200 milyar dolar… Bütçede bu harcamaların 348.4 milyar TL’si vergilerle finanse edileceği öngörülmektedir. Bu, toplam 403.2 milyar TL olan gelirlerin % 86.4’ünün vergilerden oluşacağı anlamına gelir. Zira her yıl devletin vergi gelirleri ortalama olarak bir önceki yılın enflasyonunun iki katı kadar büyümektedir. Toplam bütçe gelirlerinin % 86’sından daha fazlasının vergilerden oluşması, 2013 yılında % 85.8, 2012 yılında 84.4 ve 2011’deki 83.2 rakamlarıyla karşılaştırıldığında önceki yıllara göre iyileşmeyi ifade eder. Zira kamu gelirleri birlikte düşünüldüğünde bunlar içerisinde en sağlıklısının vergiler olduğu görülür. Zira alternatif devlet gelirlerinden borçlanmanın ertelenmiş bir vergi ve faiz yükü, para basmanın enflasyonist ve kamu girişimciliğinin verimsiz olmasına karşın, vergilerin piyasada mal ya da hizmet olarak bir karşılığının olması, onu diğer gelirlerden ayırmakta ve üstün kılmaktadır. Buradan Türkiye’de vergi yükünün düşük olduğu, dolayısıyla yükseltilmesi gerektiğini savunduğum anlamı çıkmasını arzu etmem. Doktora tezi “vergi indirimleri politikası” ile ilgili olan şahsım için böyle durumun savunulması söz konusu bile olamaz. Ben sadece mevcut bileşimle ilgili tesbit ve değerlendirme yapmaktayım. İlerleyen yazılarımızda da konuya değinme şansı olacak diye düşünüyorum. 436.3 milyar TL’lik bütçe büyüklüğü bir önceki yıl 404 milyar TL’lik bütçe dikkate alındığında % 7.3 bir artışı ifade eder. Bu ise tahmin edilen enflasyonun biraz üzerinde bir artıştır ki, 2014 yılında kamu harcamalarında fazla bir reel artış olmayacağı anlamına gelir. Bu durumun iki pozitif sonucu olacaktır: Bilindiği üzere 2014’te iki adet seçim yapılacaktır. Bunlardan ilki malumunuz, Mart ayı sonundaki yerel seçimler, diğeri ise Haziran gibi olması beklenen ve, eğer sabote edilmezse, ilk defa yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri… Elbette seçimlerin bir maliyeti olacak, ama benim daha çok üzerinde durmak istediğim şey seçim dolayısıyla oluşabilecek popülizm… Yani seçim ekonomisi… Kamu harcamalarının kısılacak olması seçimin olduğu bir yılda gereksiz harcamaların yapılmayacağı anlamına gelir ki bu gayet pozitif bir durumdur. İkinci pozitif durum ise cari açık sorununa ilişkindir. Uzun süredir var olan bu sorun ülkemizin en büyük ve tehlike oluşturan makro ekonomik sorunudur. Bir türlü tam olarak kontrol altına alınamadı. Kavram nisbeten teknik olduğundan önce bu kavram hakkında kısa bilgi vermek istiyorum. En basit haliyle cari açık ülkeye giren dövizle ülkeden çıkan döviz arasındaki farkı ifade eder. Aslında cari denge kavramı bir üst kavram olarak cari açık yanında cari fazlayı da ifade ettiği halde ülkemizde son yıllarda hiç cari fazla yaşanmamış olması bu kavramları gündemimize getirmemektedir. Peki bu açığı etkileyen unsurlar nelerdir. Bir ülkeye en fazla döviz doğal olarak ihracattan girer. Ancak ülkemizde bununla çıkan dövizi, yani ithalatı karşılamak mümkün değildir. Çünkü bizim ülkenizde ihracatın ithalatı karşılama oranı ortalama 2/3’tür. Geriye kalan 1/3 ise diğer bazı kaynaklardan finanse edilse de yeterli olamamaktadır. Bunlar, turizm gelirleri, işçi dövizleri gibi kaynaklardır. Bir de kaynağı belirsiz olanlar vardır ki buna da net hata noksan denir. Finansal piyasalar vasıtasıyla ülkeye giren sıcak paranın ve yine ülkeden aynı amaçla çıkan paraların da cari denge üzerinde önemli bir etkisi vardır. Bu açığın temel nedeninin ithalat olduğunu söylemiştik. Maalesef ülke olarak gösteriş tüketimine eğilimimiz çok yüksek. Tasarruf oranlarımız da tam tersine çok düşük. Geçen yıl hükümet tasarrufları artırmak tüketimi kısmak için bireysel emekliliğe ciddi destekler getirdi ki bunun oranı % 25… Yani tasarrufları artırmak için 100 TL yatırana devlet 25 daha veriyor. Ülkemizdeki tüketim alışkanlığını bir örnekle somutlaştırmak istiyorum. Ülkemizde 76 milyon nüfusa karşılık tam 69.5 milyon cep telefonu abonesi var. Bunların bir kısmının da birden fazla telefon sahibi olduğunu düşünürseniz rakam daha da yükselir. Bunların % 40’ı da internete girebilecek özelliğe sahip, yani akıllı telefon… Pahalı telefon yani… Ama hepinizin de bildiği gibi yerli olan herhangi bir telefon markamız yok. Tamamı ithal… Daha önceki yıllarda yurt dışından getirilen telefonlar için bir ek maliyet getirilmişti ama yeterli olmadı sanırım. Kanaatimce Türkiye ithalatta alınan KDV’yi yükseltebilir. Bu hem cari açıkla mücadele açısından, hem de vergi gelirleri açısından faydalı olacaktır. Tabii böyle bir düzenlemenin AB’ye üyelik süreci ve gümrük birliği anlaşması açısından problem olması mümkündür. Ülkemizde tam 56 milyon kredi kartı var. Bu kartlar tüketimi dolayısıyla cari açığı çok önemli ölçüde artırmaktadır. Bu konuda yapılan sınırlandırma çalışmaları ise henüz etkili bir sonuç doğurmadı. Telefon satın almalarda getirilen taksitlendirme yasağı ve taksit sınırlandırmalarının olumlu etkisinin olacağını düşünüyorum.Atalarımız ne güzel söylemişler: Ayağını yorganına göre uzat… diye… Şimdilik bu kadar… Haftaya devam edeceğiz inşaallah…