KABAHÂT KİMDE, SUÇLU KİM?

Abone Ol
KABAHÂT KİMDE, SUÇLU KİM?

 

Hayrettin DURMUŞ

 

Kime “bir dokunsanız bin ah” işitiyorsunuz. Aileler çocuklarından yakınıyor, çocuklar ana babalarına dargın, gelin kaynanadan memnun değil, kaynana gelini beğenmiyor, öğrenci öğretmenini suçluyor, öğretmen onlardan daha dertli. Hâsılı Yaşadıklarımız akla ziyan.

 

Akrabanın akrabaya yaptığını akrep yapmıyor. Küsler her gün çoğalıyor,“incir çekirdeğini” doldurmayan bir mazeretle birbirine küs ölüyor insanlar. Kimi bir avuç toprak derdinde, kimi bir ağacın dallarını sayıyor, kimisi de hatırı rafa kaldırmış yalnızca paranın sesini duyuyor, öylesi de var ki yetim malıyla doyuyor. Lafa geldi mi çiğ yumurta soyuyor.

 

Trafiğe çıkamıyor insanlar. Hatta aynı otobüsün içindeki onlarca insanın hayatını tehlikeye atarak şoföre saldırabiliyor. En küçük bir tartışmada silahlar konuşuyor. Adliye koridorlarındaki görüntüler işin cabası. Ne olacak bu insanların hali? İçinde yuvarlandığımız bencillikten nasıl kurtulacağız? Ozanın diliyle “Bendeki yaralar türlüdür türlü…”

 

Eskiden annelerimiz çoluk çocuk kavgalarına karışmazlardı. Küçük bir didişme olsa herkes kendi çocuğuna “Sus! Kabahat sendedir” derdi. İşi büyütmezlerdi. Aileler arasında ciddi bir kavga olursa büyükler, aklı erenler girerdi araya. Barıştırır, kucaklaştırırlardı insanları. Şimdi ne söz dinleyen kaldı, ne de sözü dinlenen.

 

Sayılı soluklarımız tükenip, dünya üzerinden bizler de geçip gitmeyecek miyiz? İnsanların gözünü, gönlünü niçin kin bürür? “Kabahat samur kürk olmuş kimse alıp sırtına giymemiş” der atalar. Bu kürkü biraz da biz giysek. Kendimizi karşımızdakinin yerine koysak. Epiktetos’un söylediği gibi “Komşunun hizmetçisi bir bardak kırmış olsa onu yatıştırmak için bunun bir kaza olduğunu söylersin. O halde senin bardağın kırıldığı vakit de komşunun bardağı kırıldığı zaman ki kadar sessiz olmalısın.”[1] diyebilsek. Niçin iğneyi kendimize batırmıyoruz? Niye suçu hep başkasında arıyoruz? İşaret parmağımızı sallayarak karşımızdakini suçlarken diğer üç parmağımızın kendimizi işaret etmesi boşuna mı?

 

GEÇİNMENİN EVRENSEL KURALI

 

Geçinmenin bir yolu olmalı dostlar. İnsanlarla geçinmenin bir kuralı yok mu? Yüceler Yücesi Allah bizi tanışıp kaynaşalım, dost olalım diye yaratmadı mı? Sahi başımız dara düştüğünde, içimizi hafakanlar basıp kavga edecek hale geldiğimizde Allah’ın kutlu kelamına müracaat ediyor muyuz hiç? Semayı direksiz durduran, “Ol” deyince olduran o görklü sultan bize sayısız lütufta bulunur da geçinmenin sırrını vermez mi?

 

Açıp bakalım kitabına. Kulak kabartıp gönül verelim hitabına. Esirgemek, bağışlamak, affetmek yakışır O’nun yüce şanına. Gerisi kalmış insanın izanına, irfanına…

 

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde önle. O zaman seninle aranda düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.”[2]

 

İşte geçinmenin evrensel kuralı. Bu prensibi hayatımıza kılavuz edebilirsek kavga biter, mutluluk gönle bağdaş kurar. Nefret beyninden vurulur, iblis beyhude yorulur, insanlar birbirine sarılır, allı bir turnanın kanadında Kaf dağına bile varılır.

 

Gönülleri bir eyleyen, âlemleri nur eyleyen “Adı güzel kendi güzel Muhammed” billur dudaklarından mutluluk güneşi sağarak “Dostunla çok sıkı fıkı olma, gün gelir düşmanın olur. Düşmanına da fazla sert davranma. Bir bakarsın dostun olur” deyip insanlarla münasebetlerimizi düzenleyen altın bir ölçü vermiyor mu bize? “Tebessüm etmenin sadaka” olduğunu öğütlemiyor mu?

 

Ne zaman kendimize geleceğiz acaba? Yunus’ları dünyamıza ne zaman çağıracağız? “Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu? / Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?” diye inleyen şarkılarımıza hiç kulak vermeyecek miyiz? Adam gibi yaşamak, dünyayı cennete çevirmek varken, yangını körüklemeye, ortalığı tozu dumana katmaya ne gerek var?

 

Kavga etmeye bayılıyoruz. Sahi, kabahat kimde, suçlu kim?

 
 

[1] EPİKTETOS. Düşünceler ve Konuşmalar. İnkılâp ve Aka Kitabevi.

    İstanbul-1967 Çeviren : Burhan TOPRAK. s.29

[2] Kur’an 41/34 (Fussılet sûresi)