İnsan Hakları-2 (Sorumlu İnsan)

Abone Ol

Batı ‘insan’ kavramını kendi kalıplarıyla tanımlamış ve insanlığa tebliğ edilmiştir. Tebliğ, bilirsiniz, kamusal alanda emirdir. Sözgelimi tarafınıza trafik cezası tebliğ edilmişse ödemeniz gerekir. Askerlikte de öyledir; tebliğ emir yerine geçer. Son birkaç yüz yıldır ‘onlara rağmen’ bir şey yapmak isteyen her otoriteye dünyayı dar etmelerinin nedeni de budur işte… Çünkü onların kamusal alanı global dünyadır. Batı, çerçevesini kendisinin çizdiği hak ya da özgürlüğü sizinle tartışmaz bile… Mesela Avrupa Birliğine girmenin ön koşuludur kendisinin tanımladığı hak ve özgürlükler…

‘Kendi tanımladığı’ çerçeve ise ‘tercihlerle’ ilgilidir. Bunun arkasında bazı tercihlerin diğerlerinden daha fazla korunmaya değer olduğu fikri vardır. Sözgelimi ülkelerinde ‘mültecinin’ mi yoksa köpeğin mi daha değerli sorusunun cevabı birçoğu için ‘B’ şıkkıdır. Oysa insan onur sahibidir. Ve insan onuru onun ayırt edici ve korunması gereken yanını temsil eder.

Aslında ana problem tam da buradadır; insanı tanımlanmasındaki yanlışlık… Özgürlük elbette insana has bir değerdir. Ancak batı kültürünün önerdiği gibi olmak zorunda değildir. Doğal ya da ahlaki sınırları yanında ‘sorumluluk’ bağlamında da sınırları vardır. Kürtaj bir özgürlük değildir mesela...

Bugün hegemon güçlerin çerçevesini çizdiği insan hakları ile ilgili bütün kavramlar esasen ‘bedensel’ özgürlükle ilgilidir. Belki ‘’düşünce’ özgürlüğü’ diyeceksiniz ama o da bedensel olana ilişkin hareket serbestisi ile ilgilidir. Bu durum ‘evrensel’ olana angajmana refere eder. Oysa gerçek özgürlük angajmanı aşmaktır. Bir başka deyişle, e rağmen yaşamak- varolmaktır.

Sürekli ifade etmeye çalıştığımız şey; insan olarak tanımlanan varlığın ayırt edici yanı, oluşturulan algının tersine fizik değil, ruhsal yanıdır. İnsan kendisine tercih hakkı verildiğinden ne yapacağına kendisi karar verir. İradesi vardır bir başka deyişle… Ama hayvandaki davranış modu içgüdüsel daha doğru tanımlama ile sevk-i ilahi ile ilgilidir; istese de tersini yapamaz. İnsan bu yüzden de sorumludur. O halde "insan bir şey olmak için değil; bir şey yapmak için yaşamalı..." (H. Tahsin Feyizli).

Annelik hissiyatı konuyu anlamaya yardımcı olacaktır. İçerideki o fıtri hissiyat olmadan anneliğe hiç kimse dayanamaz çünkü... Ne var ki batıda tanımlanan şekli ile annelik buraya da uymaz. Bu (çirkin) kültürün ‘annelik’ noktasındaki çekinceleri bize de sirayet etmiştir ne yazık ki... Zira örselenen aile ve onun doğal bir parçası olan ev hanımlığı ve annelik, kadına ‘düşük statü’ yanında; kendisi için öteden beri pompalanan ‘özgürlüğü’ (!) de sınırlandırır. Anne olunca vazgeçilmezi olarak beynine kazınan ‘vücut güzelliği’nin zarar gördüğünü düşünür çünkü… Böyle olunca da bir şekilde anne olduğunda; bir yıl değil, beş yıl değil, yirmi beş yıl değil… Bir ömür her ihtiyacı olduğunda ilgilenmesi, zaman-para ayırması gereken, büyüdükçe dertleri de büyüyen bir obje olacak pek tabii olarak... Bu yüzden de anneliğe talip olanların sayısı sürekli azalmaktadır.

Batı toplumlarında, kimi Hristiyan mezhepler hariç, evlilik bir aile müessesesi değil cinsellikle sınırlandırılmış bir çıkar ilişkisine dönüştürülmüştür. Bu yüzden de evlilik müessesesi yerini ‘birlikte yaşama’ kültürüne bırakmıştır. Bunun sebebi insanın sadece ‘fizik’ olarak tanımlanmış olmasıdır. Aile de, toplum da devlet de fedakârlık ister. Anne çocukları için yaşadığında yanlış mı etmiştir mesela… Ya da günümüzde bu sorumluluğu üslenmeyi göze alamayan yeni neslin tercihi neden tedirginlik oluşturmaktadır.

Özgürlük vardır ama sorumluluk da vardır. Bugün ise kadına özgürlük ve eşitlik adına tanınan statü evlilik müessesesini etkilemiş, gençler evlenmekten korkar olmuşlardır. Zira çocuk doğurmak istemeyen, bitmez tükenmez istekleri ile aile içerisinde erkeğin statü ve otoritesini sarsan, senin gelirin-benim gelirim ikiliği çıkaran (bütün kadınlar değil elbette) kadın tipolojisi erkeği evlenme hususunda çekinceli davranmaya itmektedir.

Bütün bunların sebebi, son iki yüzyıl kadarlık süreç içerisinde insanı tanımlama bakımından evrildiğimiz felsefik yanılsamadır. Kabaca, bu süreç içerisinde pompalanan seküler yaşam felsefesi insanı bağlamından kopardı ve insana özgürlük değil gerçek bir sınır getirdi. Fıtratında özgür olan ruh sahtesiyle yer değiştirerek zahire, bedensele, beş duyuya indirgendi. Bu tercih hakikatle yüzleşinceye kadar, her şeyin sahtesi ile yetinme anlamına gelmektedir. Ahiret varken dünya ile, huzur-saadet varken, (sahte) mutluluk ile, paylaşmanın gücü varken biriktirdiğinizle, yani vehmettiğiniz kendi gücünüzle yetinirsiniz.