Düşünmek… Ne kadar da insana dair değil mi… İnsandan başka bir varlık bu yetiye sahip olmadığı gibi, düşünmeye engel olan da, her ne kadar insansa artık, öyle… Düşünme yetisi olmayanın Allah nezdinde bile sorumluluğu yok. O kadar insani yani… Engel olanın da bir o kadar fazla…
Üniversiteler düşünce üreten merkezler olmalıdır. Bu rolünü yapabiliyor mu derseniz; evet demek için ya gerçekten öyle olmalı ya da korku paranoyası (28 Şubat gibi) ortamı olmalı… Ben araftayım. Sadece akademisyen değil, herhangi bir insan iddia ve itiraz sahibi olmalıdır. Herkesten kahramanlık bekleyemeyiz. Eğer sözgelimi bir akademisyen üniversiteyi ya da YÖK’ü mahkemeye vermek istediğinde endişe duyuyorsa orada bir sorun vardır mesela… Yıllar önce YÖK’ü mahkemeye verdiğimde bu endişeyi yaşamıştım. Öyle ya; önümde ‘doçentlik’ sınavı vardı. Neyse ki geçtim şükür.
İnsan fıtraten iyiliğe de kötülüğe de meyillidir. Bu yüzden her düşünce makbul değildir, her düşünceye saygı da duyulmaz. Ancak buradan ‘bize ait değilse geçiniz-eziniz!..’ anlamı çıkmaz. Farklılık esastır zira… Ama tahammül etmek zordur tabii; gururu incinir çünkü insanın… İlla da bir makam sahibi iseniz… Hoca iseniz öğrencinin, baba iseniz çocuğunuzun, bürokrat iseniz personelinizin, siyasi parti lideri iseniz milletvekillerinin ya da muhalefetin eleştirisi böyledir.
Eleştiri elbet, tabiri caizse ağzı olanın konuşması anlamına gelmez. Düşünen insan öyle ulu orta da konuşmaz zaten… Ancak ne var ki altı dolu bir düşünce sizin düşüncenizle çelişirse de kıymetlidir. Sağlıklı bir tartışma ortamının ‘düşünen’ insanı ikna etme ihtimali vardır. Zira gerçekten ‘müzakere’ edebilirsiniz eleştiriniz de karşılık bulur.
Biraz da pratiğe bakalım isterseniz… Yani bize; Türkiye’ye ya da İslam toplumuna… Bir fetret dönemi yaşadığının birçoğu farkında bile değil… İslam dünyası bakımından düşüncenin dip yaptığı dönem yirminci yüzyılın ilk çeyreğidir. Zira söz konusu dönem İslam toplumunun sadece zihinsel değil fiziksel olarak da esaret altına girdiği dönemdir. Oysa düşünmek özgür olmayı da gerektirir. Dolayısıyla da esaret altındaki bir kültürden düşünce üretmesi beklenemez.
Ayrıca da düşüncenin önü bu dönemde de açılmış değildir. Öz kültüre ilişkin olan hemen her şey, mevzubahis dönemde baskılanmış, hatta horlanmıştır. Zira toplum bu dönemde batılılaşma adına tepeden şekillendirilmiş, yani bir nevi faşizme muhatap olmuştur. Önemli ölçüde cahil kalan-bırakılan geniş toplum kesimleri ise da derin bir güvensizlik yaşamıştır.
Kanaatimce 28 Şubat sürecinde zirve yapmış süregelen politika bilinçsiz de değildi. Tek parti yönetimleri, darbeler, NATO üyeliği, düşük milli gelir, tek sesli medya, geçmişe düşmanlık, gönül coğrafyası ya da fikir coğrafyasına sırtını dönmüş, toplumun kutsallarıyla oynayan bir devlet... uygulamaları da iddiaya delildir. Bu da milletin devletle bağlarını zayıflatmıştır. Zayıf toplumlarda ise korku paranoyasını çok yadırgamamak gerekir.
Bahsi geçen süreç kalıcı izler de bıraktı. Bu dönemin geri beslemesiyle şekillenen düşünce gücü ele aldığında; politik deyimle iktidar olduğunda söz gelimi Baykar'ın ürettiği savunma sistemlerinin akıbeti ne olur sizce... Şahsen ben bir bahane ile Selçuk Bayraktarı hapse bile atabileceklerini düşünüyorum. Geçmişte örnekleri yok da değil…
Böyle bir durumda şüpheci hatta bir miktar komplocu olmazsanız, yem olursunuz. Ne varki bu durum aidiyet bağının zayıflığına işaret eder. Güvenlik endişesi içerisindeki bir kimseden de düşünce üretmesi beklenemez. Aidiyetin güçlü olması ise 15 Temmuz’da olduğu gibi ülkeyi bir işgalden dahi kurtarabiliyor. Vesselam…