Demokrat Parti Genel Başkanı Afyonkarahisar Milletvekili Gültekin Uysal, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu

“Türkiye, Türkçe ezan konusunu 1950’de çok partili hayata geçtikten sonra çözmüş, tartışma konusu olmaktan çıkarmıştır”

“Sayıştay raporlarında ortaya çıkan çürüme hakkında acilen işlem yapılmalı, vatandaşa anlatılmalı, Diyanet de bu Cuma hutbesinde beyt-ül malı konu etmeli, siyasi mesajlarına bir defa hakkaniyeti konu etmelidir”

08 Kasım 2018) Demokrat Parti Genel Başkanı Afyonkarahisar Milletvekili Gültekin Uysal, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Genel Başkan Gültekin Uysal, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında son bir haftada Türkiye gündemini meşgul eden konular hakkında açıklamalarda bulundu.

Uysal, yaptığı basın toplantısında şöyle konuştu:

“Türkçe ezan konusu”

“Siyasetimizin çok uzun süredir iki kutupluluğa mahkûm edildiği, Türkiye’nin gerçek gündemi üzerinden değil, hepimizin ortak değerler haline getirdiğimiz değerler üzerinden siyasetin tercih edildiği bir iklimde nefes alıp veriyoruz.

Özellikle muhalefet partilerinin hem geçmiş tecrübelerimizle hem de önümüzdeki yerel seçim sürecinde iktidarın ülkeye dayatmak istediği, ülkeyi bu değerler üzerinden daha da gerginleştirme politikasına hizmet etmemek adına, belirli hususlarda daha sorumlu davranmasını beklediğimizi ifade etmek isterim.

Birkaç gün evvel CHP’li bir milletvekilinin“Türkçe ezan” başlığı altında yaptığı açıklama ile başlamak istiyorum. Türkiye bu meseleyi geride bırakmıştı. Haziran 1950’de büyük bir mutabakatla Türkiye; 14 Mayıs Beyaz Devrim diye niteleyebileceğimiz çok partili siyasi hayata geçtikten sonra CHP ile de elbirliği ederek bu meseleyi çözmüş, bu konuyu tartışma konusu olmaktan çıkartmıştır.

Bugün özellikle bu siyasi iklimin kriminalize edilerek muhalefetin etkisiz hale getirilme sürecinde, Türkiye’nin hallettiği bu meseleleri bir siyasi argüman haline, tarihi bir cephane haline dönüştürtmemek adına ifade ediyorum ki; tüm siyasi aktörler, partiler, liderler bu meseleler üzerinde daha dikkatli bir şekilde davranmalıdır.

“FETÖ’nün siyasi ayağı tartışmaları”

İkinci mesele, FETÖ’nün siyasi ayağının araştırılma önergesi vesilesiyle TBMM Genel Kurulunda yapılan bir tartışmadır.  Özellikle 15 Temmuz Darbe Teşebbüsünden itibaren siyasi hayatımızda bunlar tartışıldı. “İktidara muhalefet edeceğiz” diyerek farklı anlaşılmalara, iktidarın da bunu vesile ederek“kendi siyasetine hizmet etmek” adına yine olayı kriminzalize etmesine, muhalefetin argümanlarını etkisiz hale getirmesine fırsat verilmemesi adına bütün bu meselelerde özen gösterilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Bu vesileyle 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü ile ilgili daha önceden de pek çok kere ifade ettiğim fikirlerimi bir kez daha paylaşmak isterim:

Bu girişim ülkemizi derinden etkilemiştir. Yüce milletimiz, devletin üniformaları ve silahlarıyla beraber milletine kurşun sıkanlara milli iradenin mabedi olan TBMM’yi, Özel Harekât Daire Başkanlığını bombalayanlara, sokaklarda insanlarına silah sıkanlara, gözü dönmüş, robotlaşmış, insaniyet vasfından çıkmış bir harekete karşı namlulara, tanklara karşı geçmişte olduğu gibi göğsünü siper etmiştir. Bu hainler Türkiye’nin dinamiklerine saldırmış ve milletimizden gerekli cevabı almıştır.

FETÖ terör örgütünün herkes tarafından bilinen sır mahiyetindeki devleti ele geçirme girişimi 15 Temmuz Darbe Girişimi ve sonrası görüyoruz ki zihinlerimizde yeniden bir idrak tazelemeye ihtiyacımız var.

Yaşanan bu şer teşebbüsü bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Milleti ve Demokrasisi için bir Rönesans fırsatı olarak değerlendirdiğimizi geçmişte de ifade etmiştim. Bizler de bu süreçte ayrılıkları bir kenara bırakarak kendi birliğimizi, beraberliğimizi tahkim edecek, devlet, millet ve bekaa sorunu olarak gördüğümüz bu noktada hükümetimizin ve Sayın Cumhurbaşkanımızın bu birliği temsil etme noktasında yanında olduğumuzu da ifade etmiştik.

İnancımız ve vaz geçmediğimiz davamızın gereği olarak söylemeliyim ki darbelerin; insanlığın, adaletin idamı demek olduğunu açık yüreklilikle herkesin haykırması gerekir.

Özellikle 15 Temmuz sonrasında iktidar ve muhalefet arasında oluşan tabii uzlaşma ortamının, ikliminin dağıtılmamasını geçmişte de tercih ettiğimizi ifade etmiştik. 15 Temmuz Darbe Teşebbüs ile adli, siyasi zeminde mücadelenin bir milli mutabakat siyaseti olarak sürdürülmesi gerekmekteydi. FETÖ ile mücadelemiz hem yurt içi hem yurt dışında milli mutabakat zemininde götürülmemesinin Türkiye’ye karşı özellikle kimi ülkelerin tarihsel önyargı, kötü niyet ve FETÖ’nün yurt dışındaki propagandaları neticesinde yeteri kadar uluslararası alanda anlatılamamasının bugün zaafiyeti içerisindeyiz.

FETÖ’nün mücadele azmini yok etmeden bu mücadele kazanılmış sayılamaz. Diğer terör örgütleri tarafından cezaevlerinin bir eğitim merkezine dönüştürmeye müsaade edilmediği gibi bugün de Türk Milleti’nin evlatlarının zihinlerinin cezaevlerinde kontrol edilip zehirlenmeye devam edilmesine müsaade edilmemelidir.

İktidar tarafından OHAL kapsamı dışına çıkan KHK uygulamaları ve 16 Nisan Referandum süreci başta olmak üzere darbe teşebbüsü vesile edilerek muhalif düşünceye sahip kişilere karşı bir sindirme manivelasına dönüştürülme gayretlerini de olumsuz olarak değerlendiriyoruz.

Bugün artık her bir vatandaşımızın zihninde mahkemelerde tescillendiği gibi bugün de özellikle bu araştırmalar vesilesiyle iktidarın niçin FETÖ’nün siyasi ayağının araştırılmasının önünde engeller koymak istediğini de anlayabilmiş değiliz. Bu açılardan baktığımızda 15 Temmuz FETÖ Darbe Teşebbüsü ile kamuoyunun zihninde halen pek çok konuda boşluklar olmakla beraber bu sorgulamayı yaparken tüm muhalefet unsurların da bu darbe teşebbüsünü yapan FETÖ’nün yurt içi ve uluslararası alanda propagandasını yaptığı tezlere argüman üretmesine yol açacak tartışma, söz, tavır ve davranışlardan kaçınması gerektiği kanaatindeyim.

“Muhalefeti daha sorumlu davranmaya davet ediyorum”

Kürsü masumiyetini esas alarak bir milletvekilinin yaptığı değerlendirmelerin kendi sorumluluğu olduğunu ifade etmekle beraber, meselenin bu çerçeveden bakarak değerlendirilmesini, iktidara da önümüzdeki seçim süreci içerisinde bu meseleyi siyasi alanı yeniden kriminalize etmesine fırsat verecek bir imkanı açmamak adına muhalefeti, daha sorumlu davranmasını beklemekteyiz.

Son yıllarda Türkiye’nin keyfi bir yönetime kademe kademe geçme teşebbüsünün sonuçlarını enflasyonun patlaması, işsizliğin patlaması olarak ekonomimizde ve sosyal hayatımızda görüyoruz.

“Sınırsız yetki sıfır denetim modeli”

21. yüzyılın başlarında, çağdaş idari sistemlere daha demokratik bir yönetimi öngören“açıklık”, “şeffaflık” gibi kavramlar hakim olmuştur.

Demokrasi bir değerler bütünüdür. Sandıkla birlikte hesap verilebilirlik, şeffaflık, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı gibi değer ve kavramlar bir bütündür.

“Kuvvetlerin uyumu” “yerli ve milli”propaganda ile pazarlanan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, keyfi bir yönetim modeline denk düşmektedir. Amaçlanan; “sınırsız yetki-sıfır denetim” modelidir.

İmparatorluktan cumhuriyete iki asırlık modern değerlerle oluşturulan ve olgunlaştırılmaya çalışılan çizginin sonunda tarihi geriye doğru akıtma çabasıyla keyfi bir düzen kurulmaya çalışılmaktadır.

“Allah’ın 21. Asırda Yüce Türk Milleti’ni yönetmekle görevlendirdiği birisi var; ona kayıtsız şartsız tabi olalım, o da ne istiyorsa onu yapsın” düşüncesini ne bugünün dünyasında ne Türkiye’nin aldığı mesafede ne de uluslararası alandaki konumu açısından izah edebilme imkanımız yoktur.

“Sayıştay raporları konusu”

Yalnız Sayıştay raporları konusunda değil birçok başka konuda da “şeffaf” olmak işine gelmeyen iktidar kaçıncı yüzyıl anlayışı ile hükümet ettiğini sorgulatmaktadır.

Demokrasi “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” olarak tarif edilir. Bu tanım demokrasinin üç temel özelliğini göstermektedir. Bunlar; temsil, katılım ve denetimdir. Halkın, temsilcilerini seçme özgürlüğünün bulunduğu, yönetime aktif olarak katılabildiği ve temsilcilerinin karar ve eylemlerini denetleyebildiği bir siyasal düzen ancak demokrasi olarak adlandırılabilir. Ancak Ak Parti iktidarı önce sözde karşı çıktığı ve temsilde adaleti engelleyen 12 Eylül yasalarını kendi lehine çevirmiş, katılımı da stratejik oy kullanır hale getirdiği seçmenle etkilemiş, akabinde denetimi yavaş yavaş sindirip bu yeni hükümet sistemi ile fiilen meclisin elinden alarak yok etmiştir.

Şeffaflık demokrasinin en temel gereğidir ve fakat iktidar şeffaflığı baskı altına almış, gelişmiş demokrasilerin şeffaflık konusunda en belirgin mekanizması olan bilgi edinme hakkını örselemiş, elimizde neredeyse tek kalan; denetim aygıtı olan Sayıştay raporlarından da uzun süre milleti mahrum etmiştir.

“Bu iktidar için şeffaflık, risktir”

Medyadai tekelleşme ile demokrasinin bir diğer temel aracı olan basın hürriyetini ortadan kaldırmaya gayret eden iktidar, hitap ettiği ve inandırdığı kitle azaldıkça akçeli işlerini saklayacak başka yöntemler aramaya başlamış, yargı sistemini baskı altına almış nihayetinde de garip şekilde bütçe hakkı ile özdeş TBMM’yi üyelerinin kendi rızası ile bütçeyi de denetimden yoksun bırakmıştır.

Şimdi ise şeffaflık konusunda elimizde tek alan argüman yok edilmek istenmektedir.

Denetim raporlarını hazırlayan birimin başındaki Başkan Yardımcısının görevden alınması ya da caydırılması, kendi iradesiyle görev değişikliği istemi, denetimden sorumlu bürokrasiye bir mesajdır; dokunan yanmaktadır!

Bizlerin anladığı şekli ile şeffaflık yalnız hesap verilebilirliği değil kaynakların adil ve düzgün kullanımını da içermektedir.

AK Parti iktidarının idaresinde neredeyse her kurumda ortaya çıkan bu yolsuz ve usulsüz eylemler, hesap verilmesi açısından değil, vatandaşın rızkından artan vergilerin etkin kullanılması açısından da çok önemlidir.

Bizler yolsuzluk yapanların hesap vermesi gerektiği, yalnız siyasal bir bakış açısı ile değil, hakkaniyetle, vatandaşın vergilerinin ne kadar etkin kullanıldığını sorgulayarak da söylemekteyiz.

Bu yalnız siyasal değil, aynı zamanda vicdani bir yaklaşımdır.

“Devlet, etkin bir şekilde sınırlandırıldığı ölçüde meşrudur”

 Yüzyıllardır devlet aygıtının en ideal biçimi üzerine ortaya çıkan tartışmaların bizler için ve çağdaş demokrasiler için en ideal hali, devletin gücünün sınırlandırıldığı bir haldir. Devletin ya da devleti yönetenlerin sınırlandırılmadığı ülkeler, baskının ve tek sesliliğin ve nihayetinde çöküşün esiri olmuşlardır.

Ne yazık ki ülkemizde son 16 yılda devlet aygıtını kontrol eden Ak Parti, bir taraftan demokrasi derken bir taraftan da sınırsız yetki sıfır denetim mantığı ile yetkileri her daim arttırmış, denetimi ise değerleri, ilkeleri, kaynakları sıfırladığı gibi sıfırlamıştır. Ak Parti, devleti babasının çiftliği gibi görmüş, istediği gibi at oynatmıştır.

“Bu ülkede tam değil yarım demokrasi bile yoktur!”

“Devlet meşru gücünü, yönetilenlerin yönetenler hakkındaki mutabakatından alır” diyen Jefferson’a katılmakla birlikte kendilerine bir hatırlatma yapmakta fayda görüyoruz. Yönetilenler, kravatlı soygunun temsilcisi olan, baskı ve tehdit ile idarecilik eden bu yöneticiler konusunda mutabık değillerdir. Bu, en net şekilde, eriyen oyları ile zaten ortaya çıkmıştır.

Siyasi katılım, iktidarın inandığı gibi demokrasi için yeterli değildir. Demokrasi, temsilcilerinin hür ve adil bir şekilde tasnifi, adaletin takdisi ve eylemlerin halk nazarında takdiri ile sağlanır.

Ülkemizdeki seçim sistemi ile vatandaş temsilcilerini hür bir biçimde tasnif edememekte, adalete güvenmemekte ve iktidarın eylemlerini denetleyemediği için takdir etmemektedir.

Bu ülkede tam değil yarım demokrasi bile yoktur!

“Sayıştay raporlarının gösterdiği üzere yalnız iktidar kalkınmıştır”

Sayıştay raporları da malumunuz gündemimizde. 3Y ile mücadele diyerek iktidara gelen Ak Parti, denetim raporlarını kaile almadı. Başka siyasi partilerin belediyelerini usulsüzlük konusunda didik didik eden Ak Parti hükümeti, özel ve genel bütçeli kurumlarda yapılan usulsüzlüklere kayıtsız kalmıştır.

3Y ile, yasaklar, yolsuzluk ve yoksullukla mücadele edeceği taahhüdü ile iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, ülkede yolsuzluğun tavan yapmasına, vatandaşın her geçen gün yoksullaşmasına sebep olmuş, doğrunun gerçeğin açıklanmasına ve şeffaflığa yasak koymuştur.

Adalet ve Kalkınma Partisi, kendi için adalet bekleyen, kendi zümresinin kalkınmasını öncelleyen, yaptıkları ile sözlerini geçersiz kılan bir siyasi yapı haline dönüşmüştür. Sayıştay raporlarının gösterdiği üzere yalnızca iktidar kalkınmıştır.

Cumhuriyetin savcıları raporlarda ortaya çıkan“kamu zararı” için, önce değerleri ile oynanarak yok edilmeye çalışılan uzun zamandır da hazinesi, kıymetleri iç edilen Türkiye Cumhuriyeti için hiçbir işlem yapmamış, iş vatandaşa kalmıştır.

Buradan sormak istiyoruz;

Denetim raporlarında açıkça yolsuzluğu tespit edilen kurum ve kuruluşlarda hiçbir adli ya da idari soruşturma açılmış mıdır? Açılmadı ise ne beklenmektedir?

Her dönem yaptığı usulsüzlüğü “sehven” diyerek öteleyen, ertesi yıl aynı yöntemle yine beytül mala halel getirenler neden hiçbir soruşturmaya, kovuşturmaya konu olmamıştır?

Birbirini takip eden yıllarda yapılan hataların düzeltilmemesi ve denetimde aynı sonuçların tekrar etmesi hususu neden araştırılmamaktadır?

Resen soruşturma açmak için “kamu zararı” tespitini şart gören Sayıştay, 2016 yılında kamu zararına yol açıldığı tespit edilen Yükseköğretim Kurulu hakkında bir işlem başlatmış mıdır?

Şubat 2017’de yürürlüğe giren Türkiye Varlık Fonu’nun denetimi 6741 sayılı Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile Varlık Fonu’na devredilen kamu iştirakleri Sayıştay denetiminden çıkarılmıştı. Varlık Fonu’na devredilen kamu şirketleri arasında Ziraat Bankası, BOTAŞ, PTT, TÜRKSAT, Türkiye Petrolleri, ETİ Maden, Türk Telekom, Halk Bankası, THY ve Çaykur bulunuyor.  Bu kurumları ve bütçelerini düşününce acaba denetim bu kurumlarda da yapılmış olsaydı daha neler çıkardı sorusu akıllara geliyor. Cevap burada da “sehven” yapıldığı, özen gösterileceği, düzenleneceğidir.

Buradan bir kez daha sesleniyoruz; bu raporlarda ortaya çıkan çürüme hakkında acilen işlem yapılmalı, vatandaşa anlatılmalı, Diyanet de bu Cuma hutbesinde beyt-ül malı konu etmeli, siyasi mesajlarına bir defa hakkaniyeti konu etmelidir.

“Ak Parti dünü talan etmiş, bugünü satmış, yarını ipotek altına vermiştir”

 Ne hikmetse iktidar “kendi paramız ile ticaret”derken bugüne kadar yatırım adı altında yandaş müteahhitlere paslanan rant ve dövize bağlı devlet garantileri sunan “inşaat”ları nedeniyle ülkeyi dövize hapsetmiş, dışa bağımlılığı arttırmıştır.

İktidarın köprü ve otoyollara verdiği Hazine garantileri devletin kasasındaki dolarları eritmekte, dolar zengini müteahhitler ise döviz garantili gelirlerini korumayı sürdürmektedir.

Ulaştırma Bakanı’nın paylaştığı bilgilere göre devlet garantisinin en acı faturalarından biri Yavuz sultan Selim köprüsünde tanzim edilmiş gibi görünüyor, henüz 3. Havaalanının maliyeti yansımadı. Seneye bunu da göreceğiz.

Ulaştırma Bakanının açıklamasına göre 2017’de Yavuz Sultan Selim’i kullanan araçlardan 733 milyon lira tahsil edildi. Ancak eksik geçiş için müteahhit şirkete 1,7 milyar lira daha ödendi… Bu para köprüleri kullansın kullanmasın 81 milyonun cebinden çıktı.

İktidar vatandaşa faizle “çalışmadan kazan”derken yandaş müteahhite de bu garantilerle“çalıştırmadan kazan” demektedir.

Ekim 2017’de açıklamalarda bulunan dönemin Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan devletin 3. yıl sonunda para kazanmaya başlayacağını belirtmiş,  “Yavuz Sultan Selim ve Osman Gazi Köprüsü’nde, Avrasya Tüneli’nde zaten kendi başlangıçtaki fizibiliteleri de şunu gösteriyordu:

Bu projeler açıldıktan sonra yaklaşık 3 yıl içerisinde, tedricen, önce altta kalacak sonra garanti rakamlarına erişilecek. Avrasya Tüneli için konuşalım. Geçen sene 2016 yılında açtığımızda günlük ortalama 20 bin araç geçiyordu. Bu sene yaklaşık 50 bin araç geçiyor. Garantimiz 68 bin. Artış hızına bakarsak, önümüzdeki yıl 3. yılına kalmadan kesinlikle garanti rakamını geçecek ve üstündeki paranın yüzde 30’u da devlete kalacak.” demişti.

“AK Parti gönül köprülerini yıktı, vatandaşın cebinden yandaş müteahhitin cebine döviz köprüleri yaptı”

 Karayolları Genel Müdürlüğü’nün ocak ayında yaptığı açıklamaya göre yap-işlet-devret modeliyle yapılan Osmangazi Köprüsünden Hazine garantisinde öngörülen günlük 40 bin araca karşılık ilk 50 günde toplam 669.611 araç geçmiş. Yani sene başında köprü için vatandaşın cebinden yandaşın cebine başka bir köprü kurulmuş, bu köprü sayesinde vatandaşın cebinden eski para ile 1,3 katrilyon lira yandaşa akmıştır; hem de alenen!

Kamu Özel İşbirliği olarak bilinen projelerin sözleşme değerleri 130 milyar dolar ancak yatırım değerlerine baktığımızda 59 milyar dolarlık bir yatırım bedeli olduğunu görüyoruz. Ak Parti şirketlere bu işleri yap, 20-25 yıl işlet, iki katından daha fazla kazan demiştir.

Garantiler vererek bu kaynakları, kredileri alan müteahhitler eliyle değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti uluslar arası piyasalardan farklı imkanları kullanarak kendisinin bu yatırımları yapması, etki analizlerini değerlendirdiğimizde daha akıllı bir öncelik olacaktır.

Kendilerini tam isabetle anonim şirkete benzeten AK Parti, ülkenin sermayesini kendi yandaşına arz etmiştir.

Bu iktidar dünü, kıymetlerimizi talan etmiş, bugünü satmış yarını ise ipotek altına almıştır.

Bu iktidar gidecek ama yandaşlarına ödenen tutarlar, uzun yıllar alın terinin karşılığını alamayan insanlarımızın özellikle adaletsiz vergi düzeni içerisinde dolaylı vergiler eliyle de oluşturulacak hazinemizden buralara aktarılacaktır.

“Bütçe görüşmeleri”

Önümüzdeki günlerde TBMM’de 2019 Bütçesi görüşmeleri var. Türkiye’nin hem bir yanda devletin bütçesi, öbür tarafta uzun süredir sürdürdüğü yanlış iktisadi politikaları neticesinde bir yanda işsizlik diğer tarafta iflaslar, öbür tarafta tarımdan başlayarak üretimde çok keskin düşüşlerin yaşanacağı bir domino etkisiyle 2019 yılında Türkiye’nin adına kriz ve buhran diye tabir edemeyeceğimiz büyük bir sıkıntı içerisine düşüleceği açıktır.

Bu açıdan TBMM’nin kendi asli vazifesini, varlık sebebinin manasını bulması ve denetim faaliyetini yapabilmesi adına hem elinden gasp edilmiş olmasına rağmen bütçe üzerinden hem de diğer metotlarla bu yetkisine sahip çıkmasını önemsiyoruz.

Türkiye’nin ray değiştirmesine yol açan, 16 Nisan referandum sürecinin önünü açan MHP’nin bu süreçte sorumluluğuna, bugün TBMM’deki kritik temsili varlığını göz önüne alarak önem addediyoruz. Türkiye’nin meselelerini kimin tarafından verildiğine bakarak değil, milletimizin önceliklerine bakarak değerlendirmek, elbette ki partili partisiz her milletvekilinin görevidir.”