Eğitim tasarısının Meclis’te kabul edildiği günün akşamı, AK Parti Genel Merkezi’nde Başbakan’ın yaptığı konuşma tek kelime ile harika idi: İçten gelen, irticalî bir konuşma!.. Sanki karşımızda müşahhas bir kişi, bir lîder değil de, tarihin şuuru konuşuyor gibi bir şey!.. Acılı bir vicdan dile dönüşmüş, adeta su gibi akıyor!.. O anda yapılan konuşmadan, ruhlarda birikmiş tortular kanıyor, bu acılı dil aynı anda meserret gözyaşları ile de iç içe geçmek üzere!..       Necmettin TURİNAY   Tabiî imkân olsa, o anda sormak gerekecek:   “Nedir bu hâletin ey mâh cemalim?”   Nitekim aradan fazla bir zaman geçmemişti ki, sokaklarda eski bir dostla karşılaştım. Uzaklardan geldiği belli!.. Yürümüyor, uçuyordu sanki. Kendine görünmez kanatlar mı takmış ne? Bâdı sâbâ hafif bir meltem gibi yerden ayağını kesmiş, öyle uçuruyor gibi bir şey:   “Abi bir hoşum!.. İçim içime sığmadı, onun için sokaklara vurdum kendimi” demez mi? Yirmi beş yıldır tanıdığım, yaptığı işle birlikte (badanacı) düzenli okumalarına da ara vermeyen bu eski dostun arkasından baka kaldım.   Benimse içimde aynı ezgi tekrar edip duruyor:   “Nedir bu haletin ey mâh cemalim?”   Sonra sonra, ordan buradan telefonlar, hayırlı olsun mesajları!.. Dualı, zikirli, salâvatlı konuşmalar birbiri peşi sıra!.. O gece meleklerin ve şühedânın görünmez âlemleri şölene döndürdüğünden kuşku duyulamaz. Hele hele Hazreti Peygamber’in ruhunun şâd olduğundan kuşku duyulabilir mi? Nitekim o gece nice loş dergâhlarda, uzletlerde, bilmediğimiz görmediğimiz sahralarda, sesli veya hafî zikirlerden, salavatlardan, tehlillerden geçilmez olmuş olmalıdır.   Tarih dediğimiz şey de kendi içinde zaten böyle böyle kırılır, evrilir. İnsanların veya kavimlerin içine bir ateş düşer ve bu bir aşka dönüşür. Hemen her şey ve her imkân birbirini tamamlar, önümüzde büyük kanallar oluşur. Çeşitli milletlerin böyle inşirah zamanları vardır. Onlar onun vaktini ve saatini, çoğu zaman keşfedemezler. Kavganın dövüşün, itişip kakışmanın arasında, bunu farketmek kolay değildir zaten.   Fakat işte öylesi anlarda toprağa bir tohum düşer, kalplere bir sevgi yerleşir ve tarihin yeni istikametleri böyle böyle şekil kazanır. Biz onun değerini o anda, yeterince fark etmesek bile!.. Çünkü ileride mevsimler değişecek, biz de kendimizi bambaşka bir haletin içinde bulacağız. Bu günün anlamını asıl o zaman fark etme imkânı bulabileceğiz demektir.   Dolayısıyla içinden geçtiğimiz bu zamanlara “yeni bir milât” nazarıyla bakmamak için hiçbir sebep yoktur. Bu sonuç bizim için, çocuklarımız ve milletimiz için bir lûtuftur, bir lûtfu ilâhidir. Çünkü bu millet Kur’an’ı öğrenmeyi ve kendi peygamberini tanımayı doğrudan bir eğitim hizmeti, doğrudan bir kamu hizmeti seviyesine yükseltmenin imkânına şu anda kavuştu. Haliyle bu sonucun ülkemiz ve halkımız adına ne büyük bir nimet olduğunun şuurundan, bir an bile gafil olmamak gerekir. Elhamdülillâh, Cenabı Hak bizi, böyle büyük bir nimet ile taçlandırmış bulunuyor. Bu az devlet midir?   Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçildiği gün, muhterem âlim Ahmet Muhtar Büyükçınar’a yakın bir yerde bulunuyordum. Vakitlerden ikindi!.. Ve ben onun yanına varıyorum. Soruyorum: “Hocam bu hal nedir, nasıl buldunuz? Ve bu neye işarettir?” Geçmiş gün, onun söylediklerini size ancak şöyle toparlayabilirim:   – Millet olarak çektiğimiz tarihî çilenin sonuna bir işâret!.. Türk milletinin tarihî tevbesinin kabul gördüğü anlamında bir sonuç!.. Artık böyle devam eder gider inşallah!..   Şimdi eğitim konusunda katettiğimiz bu yüksek mesafe, benim de içimde benzer hisler tevlid ediyor ve şahsım ve milletimiz adına, adını sanını bilmediğim eski bir şairin tazarrularına sığınıyorum:   Tevbe ya Rabbi hata râhına (yoluna) gittiklerime   Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime!..   Kuşkusuz hükümetin hafızlık eğitimi hususunda bazı arayışları söz konusu idi. Aynı şekilde Kur’an veya siyeri de, seçmeli ders olarak müfredata yerleştirmek!.. Bunu bakanlık bir genelge ile yapacaktı. Fakat değil mi ki bir genelge, yönetmelik vs. ile yapılacak, bu hususla ilgili tartışmaların da ardı arkası kesilmeyecekti. İşte o safhada görünmez bir şey oldu!.. Cenabı Allah bazılarının kalplerini döndürdü, bazılarını da cesaretlendirerek böyle bir sonuç hasıl oldu. Siyer ve Kur’an öğretimi, seçmeli ders olarak yasal bir hakka, bakanlık için de yasal bir göreve ve zorunluluk seviyesine yükseltildi.   Dolayısıyla bu yüksek sonuca büyük bir lûtfu ilâhi nazarıyla bakmak ve sebep olanlara da, destek verenlere de teşekkür bir borç haline geliyor.   Fakat şimdi burda da asıl yapılması gereken iş başlıyor. Önümüzdeki sonbahardan itibaren bu derslerin tedrisatı yapılacak. Müfredatı hazırlanacak, kitaplarının yazılması icap edecek!.. Kur’an öğretimi nasıl yapılır, bu iş nasıl kademelendirilir? Bunun Türkiye olarak az çok tecrübesine sahibiz.   Fakat siyer konusunda böyle bir tecrübemiz bulunmuyor. Hz. Peygamber aleyhisselâmın hayatını bir yılda anlatıp bitirebileceğimiz gibi, onu altı-yedi yıl süren kademeli bir müfredata dönüştürmek de mümkün. Çocukluğu, gençliği, olgunlaşması, peygamberlikle taçlandırılması ve Mekke dönemi gibi!.. Ardından da Medine dönemi.   Fakat ilgili ders müfredatını hemen böyle şematize etmeye kalkışmamak, yerine göre bu anlamlı hayatı, yıldan yıla tekâmül eden tematik bir kademelendirme ile de eşleştirmek gerekebilir. Türkiye’deki zengin siyer okuma geleneğinin bu hususta konuşması, yeni yeni önermeler geliştirmesi icabeder. Nitekim bu hususla ilgili ben de düşüncelerimi yazacağım. Fakat daha önemlisi bu kitapların, çağdaş nesnellik saplantısı ile oriyantalist bir dile teslim olup olmayacağıdır.