Enerji ile ilgili değerlendirmelerime daha sonra devam edeceğim. Zira güncel konu seçim ve ekonomisi. Malum yine bir seçim geldi çattı. Seçim ekonomiyi de etkilemekte. Bunu birbirinden farklı iki anlamda ele almak gerekir diye düşünüyorum: Bunlardan birisine pozitif, diğerine negatif anlam yüklüyorum. Önce seçim hakkında bilgi verelim, arkasından ekonomisini de değerlendiririz. Seçim demokrasilerde vazgeçilmez bir müessesedir. Türkiye de anayasa gereği, sadece laik değil, aynı zamanda demokratik bir devlet, tabii ki de hukuk devleti ve sosyal devlet. (Anayasa m. 2) Kör-topal da olsa, var olan demokrasi ile, “sıradan” insanlar yönetimde yer alabiliyor. Isparta’nın keçi çobanı da, bir zamanların simitçisi de demokratik yollardan bu ülkede başbakan olabiliyor. Amacım demokrasiyi kutsamak değil elbet… Onunla ilgili de sıradışı görüşlerim var. Ancak bu yazının konusu demokrasi değil. Bu yazıda Türkiye’deki seçimleri, 30 Mart’taki seçimi de içine alacak şekilde değerlendirmek istiyorum. Her ne kadar “yazılı olmayan” ya da yazılı olmasına rağmen bizim bilmediğimiz (kırmızı kitap gibi) kurallar hükümetlerin “stratejik” konularda karar almasını mümkün kılmıyor ya da buna teşebbüs etmek idam-darbe-muhtıra dahil büyük riskleri barındırıyorsa da, bu durum varolan gerçekleri gizlememizi gerektirmez. Doğrusu, büyük resme baktığımızda hali hazırda yaşanan sürecin “kırmızı kitabı” zorlamanın bir yansıması olduğunu görebilmek zor olmasa gerek… Hatta belki de bittiğini zannettiğimiz kurtuluş savaşının bir devamı… Bizde bütün seçimler “çok önemli” adeta olağanüstüdür. 1980’den sonrasını bilirim. Henüz tam normal bir seçime rastlamadım. Bir başka deyişle seçmenlerin iradesinin herhangi bir dış etken olmaksızın, ekonominin ve siyasetin tartışıldığı, makul öneri ve eleştirilerin getirildiği, seçmenlerin de bunları dikkate alarak bilinçli bir şekilde tercihini yaptığı bir seçime henüz rastlayamadım maalesef… Son yerel seçimler yine aynı, yine olağanüstü… Seçim kampanyaları sanki yerel değil de genel seçimmiş gibi yürütülüyor. Şüphesiz sonuçlar da böyle algılanacak. Belki şimdiye kadar yaşadığımız seçimlerin en önemlisi diyeceğim ama, bu her seçim için bu ifade kullanıldığından değeri olmayacak. Büyük fotoğraf açısından birşey değişmese de, bu seçimde bundan önceki seçimlerde hiç yaşamadığımız bir süreç yaşadığımız konusunda şüphem yok. 1999 seçimlerini hatırlıyorum. 28 Şubat sürecinin hemen arkasından yapılan genel seçimde, aslında bitmiş olan DSP’nin seçimden nasıl da birinci çıkartıldığını hatırlarsınız. Doğruyol Partisi genel başkanı, kendisine çelme takma girişimini ince bir manevrayla savuşturmuştu. Zira genel başkan Tansu Çiller basın tarafından pompalanan ve A Takımından meclise soktuğu, Cumhurbaşkanının da kendisine yeni bir hükümet kurmak için görev verdiği Yalım EREZ’i bertataf etmek için, Ecevit’in başbakanlığında kurulan azınlık hükümetini seçime kadar olmak şartıyla dışardan destekleyeceğini beyan etmişti. Böyle olunca Yalım EREZ’in hayalleri de suya düştü ve bir süre sonra siyasetten çekildi. Kullanılanların akıbeti hep böyledir. Halk nezdinde de itibarları olmaz. Bir zamanların güçlü lideri ne yer ne içer, en azından kamuoyunun haberi yok. Kayboldu gitti yani… Böyle olunca, seçimi manipule edenler de taktik değiştirdi ve ibre milliyetçi solu temsil eden DSP’den yana döndü. Apo’nun da yakalanması da (tesadüf müdür bilinmez, ama seçimin ve ülkenin kaderini böylesine etkileyen böyle bir gelişmeyi tesadüfle açıklamak safdillik olur. Aralarında bir illiyet bağının olduğunu düşünüyorum) kaymaklı ekmek kadayıfı olunca, DSP tekrar canlandırıldı ve seçimden birinci çıkarak başbakan oldu. MHP’nin de beklentilerin üzerinde oy almasıyla meşhur üçlü koalisyon kuruldu. Üçüncü ortak ise, seçimden Fazilet Partisinin arkasından dördüncü sırada yer alan Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı idi hatırlarsınız. 17 Ağustos 1999’da yaşanan ve Türkiye’nin en büyük depreminin etkisi 28 Şubat sürecinin bütün ağırlığı ile birleşince, kaçınılmaz sonuç yaşandı. Türkiye tarihinin en büyük krizi olan 2001 krizi, dönemin koalisyon hükümetinin üzerlerine yıkıldı. Yaşananları yaşı müsait olanlar hatırlar. Bir sonraki seçimde üç ortaktan ikisi bir daha geri gelmemek üzere gittiler. Bir “kadro partisi” olan MHP ise bir daha hiç bir zaman aynı oy oranını yakalayamadı. Boşluğu dolduran ise AK Parti oldu. 2001 ekonomik krizinin etkisindeki olağanüstü şartlarda yapılan 3 Kasım seçimlerinde, AK Parti % 34 civarında oy almasına rağmen, seçim kanununun da etkisiyle tek başına güçlü bir parlamento çoğunluğu elde edince (365) Türkiye’de yeni bir dönem başladı. Krizden derinden etkilenen halk bu sefer manipulasyona gelmedi. Henüz yeni kurulmuş ve sicili temiz olan bu partiye yöneldi. Oylar 2001 krizine tepki yanında, yeni partinin ana kadrosu gereği, belki de 28 Şubat sürecinin bir rövanşıydı. Bir başka deyişle sonuçlar ve parlamentoya yansıması gene normal değildi. 2007’de ise gerginlik zirveye çıktı. Meşhur 27 Nisan muhtırası bu dönemde yayınlandı. 28 Şubat döneminin endişeleri yaşanmaya başladı. Tankların nizamiyeden geri döndüğü yönünde yorumlar yapıldı. Neredeyse açık bir darbe yapılacaktı. Zira Cumhurbaşkanlığı seçimini yaptırmak istemiyorlardı. Akla ziyan 367 kararını Anayasa Mahkemesinin de onaylaması üzerine iş içinden çıkılmaz bir hal aldı. Son umut ANAP da Cumhurbaşkanlığı seçim oturumuna katılmayınca hükümetin yapabileceği bir hamle kalmamıştı. Zira daha önce bir grup milletvekili ile AK Partiden istifa ederek ANAP’ın başına geçen Erkan MUMCU da meclise girmeyerek sürece destek verince hükümet seçim kararı almak zorunda kalmıştı. (Kim bilir belki de Erkan MUMCU darbe tehdidini görmüş, bu yüzden meclise girmeyerek bir anlamda kendini ve siyasi geleceğini feda etmiş, bu şekilde darbenin yapılmasını engelleyerek Türkiye’ye aslında hizmet etmiştir. Benim böyle bir görüşüm var). Düzeneği kuranlar Abdullah GÜL’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini istemiyorlardı. Geçmişten gelen bir alışkanlık olarak Cumhurbaşkanlığını çantada keklik olarak görüyorlar, olası bir meclis çoğunluğuna karşı bu makamı derin yapıyı temsil eden bir emniyet sibobu olarak düşünüyorlardı. Kim bilir, belki de içeriğini bilmediğimiz ve Türkiye’nin gizli ama gerçek anayasası olan kırmızı kitap, Cumhurbaşkanlığını Kayserili bir tüccarın oğluna, yani Anadolu kültürüyle yetişmiş birisine bırakılmasına izin vermiyordu. 2007 seçiminde de kader değişmedi ve halk yaşananların etkisiyle yine gerçek iradesini sandığa yansıtmadı ve gerginleşen ortama oylar AK Partiye gitti. 2011 seçimleri nisbeten sakindi. Bu da acaba gerginlik hükümet tarafından oyların devşirilmesi için bilerek mi çıkartılıyor kaygısını-iddiasını boşa çıkarttı. Zira ülkenin kaderini etkileyecek büyük tartışmalar yaşanmadı ama AK Parti kendi rekorunu da kırarak yine birinci oldu. Belki yaşanan tek olağandışı şey olan e MHP’nin meclis dışı bırakılması için sızdırılan kasetler ise partinin meclise girmesini engelleyemedi. Bu kasetlerin kimler tarafından tezgahlandığı ve sızdırıldığı ise hala bir muamma… Kaset savaşlarının yaşandığı bu seçimde ise şüpheler “maneviyat bahçemize dadanmış” olanların üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Akla ziyan iddialar havada uçuşuyor ve halk yine “manipule” ediliyor. Maalesef kör-topal olarak yürütülen ülkemizdeki demokrasi, manipulasyona son derece açık… Basının büyük bir kısmı etik değerlerden son derece uzak. Ya bu taraftan ya da öteki taraftan… Yabancı güçlerin de maalesef ülkemizdeki seçimlerde olağanüstü etkisi var. Adeta onlar ne derse o olmak zorunda… İstedikleri olmadığında ise, Türkiye’nin altını üstüne getirmekten imtina etmiyorlar. Türkiye’yi sürekli uçurumun kenarında tutuyorlar. Sonuç almalarında elbette içerdeki “temsilcilerinin” büyük etkisi ve katkısı var. Bu temsilciler zaman içerisinde ihtiyaca göre değişse ve farklılaşsa da son seçimde olduğu gibi kısa vadeli ittifak içerisinde olduklarını görmek zor değil… 17 Aralık süreciyle başlayan operasyonlarda seçimi sabote etmeyi planlayanların yelpazesi ise şimdiye kadar olanla kıyaslandığında oldukça geniş… Ülkemizde eğitim düzeyinin yeterince yüksek olmaması, milli gelirin nisbi düşüklüğü ve insanların genlerine işlemiş-işletilmiş korku ile (sağlıklı) düşünemeyen, dolayısıyla “birey” olamamış bir çok seçmen, yapılan manipulasyonun etkisinde kalmakta… Kadınların çoğu bir çok ailede kocalarının ya da babalarının tercihine zorlanmakta. Zira bir çok koca eşine doğrudan ya da dolaylı baskı yaptığından, pek çoğu zaten siyasetle ilgilenmediği için kocasının tercihini kabullenmektedir. Türkiye’nin doğusunda, bir başka deyişle BDP’nin etkili olduğu yerlerde ise bir taraftan sinmiş halkın PKK korkusu, bir taraftan da hala devam eden aşiret yapısı, oyların sağlıklı bir şekilde sandıklara yansımasının önüne geçmektedir. Yukarıda ifade ettiğimiz, aile ilişkileri, eğitim düzeyi gibi etkilerin daha yoğun hissedildiği bölgede, politize olmuş olan halk daha ideolojik oy kullanmaktadır. Aslında bu durum Türkiye’nin tamamı için söz konusudur. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı halkın iradesi bir türlü meclise gerçek bir şekilde yansımamaktadır. Zira her bir seçim değişik yöntemlerle doğrudan ya da dolaylı, içerden veya dışardan etkiye maruz bırakılmaktadır. 30 Mart seçimleri de böyle.