Fransız parlamentosunun aldığı kararın anayasa mahemesine gidecek olması büyük bir ferahlamaya yol açtı. Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve Dışişleri Bakanının açıklamaları bunu ortaya koyuyor. Bir ay sonra ...

Gözden kaçırmayın

ERKMEN’DE SERA YAPIMINA BAŞLANIYORERKMEN’DE SERA YAPIMINA BAŞLANIYOR

Fransız parlamentosunun aldığı kararın anayasa mahemesine gidecek olması büyük bir ferahlamaya yol açtı. Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve Dışişleri Bakanının açıklamaları bunu ortaya koyuyor. Bir ay sonra ortaya çıkacak sonuç, daha büyük ferahlamalara yol açacaktır diye düşünüyoruz. Buradan da en büyük zararı Sarkozy’nin aldığı görülecektir. Nitekim süre dolmak üzere olduğu halde de, şu ana kadar cumhurbaşkanlığı adaylığını bile açıklayamadı.     Yani Türkiye ve İslâm nefreti, Sarkozy’nin sonunu getirecek gibi görünüyor. Kaldı ki değişik bir Sarkozy örneği ile, ABD’de de karşılaşmıştık. Cumhuriyetçi Parti’nin, Başkan adaylarından biri, kuma tarzı evliliklerin ve kadına yönelik şiddetin tavan yaptığı bir ülke olarak tanıdığı Türkiye’nin, NATO’dan çıkarılması gerektiğini ilan etmedi mi? Adamın seçim malzemesi işte bu!.. Dolayısıyla bizde resmi veya sivil, iktidar veya muhalefet kesimlerinin iyi niyetle başladıkları çoğu tartışmanın, dışarılarda nasıl yankılar doğurduğunu unutmamaları gerekiyor. Nitekim Türkiye’de ihmal edilebilir bir seviye teşkil eden kuma türü evlilikleri, Avrupa Birliği gündeme getirmiş, onlara kafiye teşkil eden sayısız feminist gruplar meselenin üzerine atlamış ve birkaç yıl boyunca kuma edebiyatı ile meşgul olmuştuk. Aynı şekilde kadına yönelik şiddet edebiyatı da böyle başladı. Gene yabancı merkezlerle bağlantılı birtakım örgütler yaygarayı basmış, yetmiş beş milyonluk bir ülkede malzeme üretmekte de bir sıkıntı çekmemişlerdi. Televizyonlarda ve gazetelerde bu tür haberlerin prim yaptığını da görerek, sayısız ajans ve muhabir, işi gücü bırakıp şiddet haberlerinin peşine düşmüştü. Halbuki şunu gayet iyi biliyoruz: İngiltere, ABD, Almanya, Fransa başta olmak üzere, kadına yönelik şiddet Batılı ülkelerde, Türkiye ile mukayese edilemeyecek derecede fazladır. O ülkeleri yakından tanıyanlar bu realiteye vakıftırlar. Nitekim Almanya’da ırkçı şiddetin aldığı mesafe gözlerimizin önünde! Daha geçtiğimiz aylarda, Londra sokaklarının ne hale geldiği de hatırımızdadır sanıyorum. Fakat batılı ülkeler bu noktada, kendi hâli pür-melâline ağlayacağı yerde, kendi dışlarında, gözlerine kestirdikleri ülkelere şok ışıklar yöneltiyor ve onları adeta aşağılamaya çalışıyorlar. Bu yoldanda kendi toplumlarında bir nevi üstünlük şuuru üretmeye çalışıyorlar. Dahası toplumsal muhalefeti, kendi üzerlerinden başka ülkelere, kültürlere ve medeniyetlere doğru yönlendiriyorlar. Hem de bunu ilgili ülkelere müdahale noktasına kadar vardırarak!.. Dolayısıyla Batı’nın sık sık kullandığı bu metodu, sömürgecilik refleksi olarak nitelemek yanlış olmaz. Soykırım edebiyatı da bunun bir örneği işte!.. Batı kültür ve medeniyetinin kendini “üstün insan” merkezine oturtması yatıyor bunun altında. Kendileri üstün insan, sömürge halkları da insanlık dışı varlıklar!.. Son dört yüz yıllık sömürgecilik tarihinin ortaya koyduğu gerçek bu değil midir? Afrika’da, Uzakdoğu’da, Hindistan’da ve Çin’de edindikleri aşağılama tekniklerini, şimdi fırsat buldukça Türkiye’ye de yamamak istiyorlar. Yok kadına yönelik şiddet, yok kuma evlilikleri, yok basın hürriyetinde Tanzanya’dan bile geri durumda oluşumuz!.. Aptalın idrakine bakın ki, Türkiye’ye böyle töhmetler yüklerken, aynı anda kendi zamiri açığa çıkıyor. Jenosid yok demeyi dahi yasaklamaya kalkışıyor. Dolayısıyla Dünya ülkelerini, özellikle sosyal istatistikler üzerinden derecelendirmeye kalkışan listeler ve şirketler hakkında uyanık olmak gerekir. Fakat daha ziyade de mevcut bir iktidara karşı muhalefet ediyorum diyerek, ilgili derecelendirmeleri mübâlağa ile sunan, kendi ülkelerini aşağıladığının farkına bile varmayan kuruluşlara ise daha da dikkat!.. Siz o tür örgütleri sosyalist, sosyal demokrat ve bilhassa da feminist, liberal, yerli örgütler sanabilirsiniz. Onların nicelerinin belinde “Haç” taşıdığı ortaya çıkmadı mı? Ya Avrupa Birliği’nden, ya Dünya Kiliseler Birliği’nden aldığı fonlar netleşmedi mi? Gene bunlarla dayanışmaya giren, hiç olmazsa ortak dil kullanan bizden(!) birileri ile karşılaşmıyor musunuz? “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” diyenlerin yanında ne işiniz var o zaman? Ya da meselâ fikir özgürlüğüne set çeken Sarkozy yasalarına karşı, iştirak ettiğiniz o koroları, neden bir de bu yönde yürümeye davet etmiyorsunuz? Dolayısıyla içeride, bu tür güruhların vâveylâ yükselttiği sosyal-siyasal problemler noktasında ihtiyatlı olmak, yangına körükle gitmemek, tartışmayı Türkiye gündeminde uzun süre muhafazaya yardımcı olmamak gerekir. Unutmayın ki o problem o anda daha geniş boyutlarda Batı kamuoylarına taşınmakta, Türkiye’nin yükselen imajının kirletilmesi için de önemli bir fırsat teşkil etmektedir. Bunu Batı ülkelerinin yanı sıra, bilhassa da uluslararası Musevi basını yapmaktadır. Bunun önemini şuradan anlayın ki, garibim ABD valisi, Başkanlık yarışında bula bula bu malzemeyi buluyor. Sakın ha!.. Arayıp bulmuyor!.. Tam tersine, takip ettiği basın neyi yazıyorsa, onu kullanıyor!.. Onun için iyiyi, güzeli, başarıyı, huzuru ve sağduyuyu daha bir öne çıkarmak, bunun için lüzumlu oluyor. İçeride ne sergilersek, dışarı da da o yansıyor demek ki!.. Bundan bir sonuç çıkarmamız gerekmez mi? İsterseniz, sömürge aydını tutumları aştığımıza da bir örnek verelim. Sayın Babacan Davos toplantılarında, Batılı, Avrupalı ülkelere karşı nasıl bir dil kullanıyordu? Krizi yönetemiyorsunuz, Türkiye örneğine dikkat edin vs. Aşağılamayan ve tırmalamayan vakarlı bir dil!.. Zayıfa da, kuvvetliye de aynı dili kullanmaya, kendimizi alıştırmamızın zamanı geldi sayılır.