Osmanlı Hanedanının Sürgün Öyküsü: Son Osmanlılarrnrn rnrnMurat Bardakçı, “Osmanlı Hanedanının Sürgün Öyküsü, Son Osmanlılar” eserini bir belgesel olarak hazırlamış, belgesel televizyonda 4 bölüm olarak yayınlanmıştı.rnrn rnrnBelgesel kitabı[1] ...

Gözden kaçırmayın

ERKMEN’DE SERA YAPIMINA BAŞLANIYORERKMEN’DE SERA YAPIMINA BAŞLANIYOR

Osmanlı Hanedanının Sürgün Öyküsü: Son Osmanlılar   Murat Bardakçı, “Osmanlı Hanedanının Sürgün Öyküsü, Son Osmanlılar” eserini bir belgesel olarak hazırlamış, belgesel televizyonda 4 bölüm olarak yayınlanmıştı.   Belgesel kitabı[1] 3 ana bölümden oluşmaktadır: Birinci Bölüm: “Sürgün Manzaraları”. Bu bölüm kendi arasında 4 alt başlığa ayrılır. İkinci Bölüm: “Dağılmış Bir Aile”. Bu bölüm kendi arasında 11 alt başlığa ayrılır. Üçüncü Bölüm: “Efsanevi Miras”. Bu bölüm kendi arasında 2 alt başlığa ayrılır. Ayrıca eserde 67 fotoğraflık bir albüm bölümü mevcuttur.   Osmanlı hanedanı üyelerinden 155 kişi TBMM’nin 3 Mart 1924’te kabul ettiği 431 sayılı kanun uyarınca Türkiye dışına çıkartılır. Kanun yürürlükte bulunduğu sürece şehzade, sultan, hanımsultan, sultanzade ve damatların Türkiye’ye girişlerine izin verilmez, sadece hanımsultan ve sultanzade çocukları girebilir. (Kadınefendiler zaten Türkiye’de kalmıştı.) Türkiye’ye giriş yasağı hanedanın kadın mensupları için 28, erkekleri için 50 yıl sürdü. Kadınlara 16 Haziran 1952’de çıkartılan bir kanunla hakları iade ediliyor, Erkekler ise 1974’te genel af yasasıyla ülkeye girme haklarına kavuşabiliyor.   Bardakçı, hanedan üyelerinden yukarıda bahsettiğimiz 155 kişiden yaşayanların bir kısmına ulaşmaya çalışır. Bunlarla görüşür. Bunların dışında hanedan üyelerinin ikinci kuşağındaki kişiler ile de çeşitli görüşmelerde bulunur. Görüştüğü Osmanoğlu ailesi üyelerinden, ailenin yaşamış olduğu dramdan çeşitli kesitler sunmaya çalışır. Ailenin sarayda çok renkli bir hayat yaşarken; içinde gurbet, acı, sıla, aile arası geçimsizlik, yokluk ve perişanlığın olduğu bambaşka dünyaya yolculuğu anlatılırken insan yer yer hüznü de beraberinde yaşar. “İnsanın başına her bela gelebilir bunlara hazırlıklı olmalıyız.” fikrini kalben tasdik eden aile üyeleri belli bir zaman geçtikten sonra normal bir yaşam standardına ulaşırlar. “Ama biz bu hallere düşecek adam mıyız?” sorusundan başka soruyu kendisine sormayan aile üyelerinin, sürgünde sıkıntılar yumağından kendilerini alamadığını belgeseli okuyunca hemen fark ederiz.   Değerli Araştırmacı Murat Bardakçı, görüştüğü Osmanoğlu hanedanına mensup aile fertlerinin bir kısmına; Vahideddin, Cumhuriyet, Atatürk, Hilafet ile ilgili çeşitli sorular yöneltir. Bu sorulara birbirinden ilginç cevaplar alır. Atatürk’e karşı herhangi bir art niyetlerinin olmadığını ve hatta Atatürk’ün yapmış olduğu hizmetlerden dolayı kendisine minnettar olduklarını söylerler. Hilafetin bu çağda geçerliliğini yitirdiğini, geri gelmesinin mümkün olmadığını, mümkün olsa bile bunu kimsenin ciddiye almayacağını Abdülhamid’in torunu Osman Ertuğrul Efendi belirtir. Vahideddin’in torunu “Şu Çılgın Türkler”in kahramanlarından Binbaşı İsmail Hakkı Okyay’ın kızı Suade Hümeyra Özbaş, Vahideddin hakkında şu değerlendirmede bulunur: “Büyükbabam için söylenen vatan hainliği suçlamasını, asla kabul edemeyiz. Bir başka konuda hain olanlar çıkabilir ama, vatan haini asla çıkmaz. Şahbabam İngilizler’e inandı, bu onun hatası oldu. Bir saltanatın diğerini yıkacağını tahmin edemedi. Bizim aile susmak zorunda…”(s.41) Sultan Abdülmecid’in oğlu Ahmet Kemalettin Efendi’nin torunu Ahmet Kemaleddin Efendi de Vahideddin hakkında şu fikirleri öne sürer: “…Her hükümdar, saltanatın kendisine millet tarafından değil, Allah tarafından verildiğine inanır. Devleti kendi mülkü sayar, mülküne ihanet etmez. İşte bu yüzden Vahideddin için “hain” diyemem. Bir şeyler yapmak istedi ama hülya içerisindeydi. Hezimetten kurtuluş için İngilizler’den atıfet bekliyordu. Viktorya İngiltere’sinin rüyasını görüyordu. Bir hanedanın başka bir hanedanı ortadan kaldıracağını aklına bile getirmiyordu. Belki İstanbul’u, Avrupa’daki toprakları korumak istedi. Karşı çıksaydı, bu toprakların tamamı elimizden giderdi, mani olmayı düşündü. Ama hakikaten böyle mi düşündü, bilemem. Belki de kendi menfaatlerini ön plana aldı. Ama yurt dışına gitmemesi gerekirdi. Bu affedilemeyecek bir hataydı. Can korkusuna düşmüştü düşmesine de, kalsa, öldürülse bile ne olurdu? Dışarıda zaten kaç sene yaşadı ki? Topu topu dört sene. İstanbul’dan çıkmasa, hatta öldürülse, dışarı gitmesinden daha iyiydi.”( s.79) Ahmet Kemaleddin Efendi, dünyadaki rejim değişikliği sonucundaki hanedanların başına gelenler ile kendilerinin başlarına geleni kıyaslayarak[2] şu hükme varır: “Ortada, bizim aileyle mukayese etmek için, başka örnekler de var. Rusya’da Romanoflar’ın sonunu düşünün. Hanedanlarından bir kişi bile hayatta kalmadı. Hepsini kurşuna dizdiler. İhtilal Fransa’sında kralın, kraliçenin bile kafası kesildi. Bizi sadece dışarı göndermekle iktifa ettiler. Yıllar sonra da çok şükür geri gelmemize izin verildi. Dolayısıyla Atatürk’ün aleyhinde düşünmek mümkün değil. Bugün ondan hareketle bugünlere geldik. Beter bir halde olabilirdik.”(s.79)   Yazarın hanedan üyeleriyle yapmış olduğu görüşmelerde Ahmet Kemaleddin Efendi’nin hatıraları beni çok etkiledi. Sultan Reşat ve İttihatçılar hakkında da ilginç değerlendirmelerde bulunur. Mahmut Şevket Paşa’nın suikast sonucu öldürülmesiyle ilgili tutuklananlar arasında, Ahmet Kemaleddin Efendi’nin babası Salih Paşa da vardır. İttihatçıların muhalifi Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin liderlerindendir. Suikastı tertip etmekle suçlanır. Divan-ı Harbe verilir, idama mahkûm olur. Sultan Reşat’ın siyasi otoritesinin ne kadar olduğu ile ilgili güzel bir anekdotu sözekonu Efendi şöyle anlatır. “Annem, infaza mani olması için, amcası Sultan Reşat’a gitti. Yalvardı, yakardı ama babamı affettirmedi. İttihatçıların dediklerinden başka bir şey yapmayan büyük amcam, idamı tasdik etti. Babamı, sekiz kişiyle beraber astılar. Anlatılanlara göre padişah, ölüm fermanını “gözyaşları içerisinde” imzalamıştır.. Tabii bu idam, aile içinde tepkiyle karşılanır. İttihat ve Terakki’nin her istediğini gözü kapalı yerine getirmekle suçlanan Sultan Reşat, bu defa “damat bile olsa, aileden birinin canını almakla” itham edilmektedir. Hatta Münire Sultan’ın annesi Suzidil Hanım, sarayda, herkesin gözünün önünde, padişaha “O beyaz sakalın kana boyanır inşallah!” diye bağırmış.”(s.73)   Sultanzade Efendi, ailesinin başına gelebilecek tehlikeyle ilgili bir dostlarının 9 yıl önceden gelen uyarısını şu şekilde anlatır: “İstiklâl Savaşı yeni başlamıştı. Her şey kapkaranlıktı. Mustafa Kemal Paşa’nın adı, Çanakkale Savaşı’ndan sonra ilk defa duyuluyordu. Ama işin sonunun nereye varacağını kimse kestiremiyordu. Çok sevdiğim bir hocam vardı. Harbiye Nezareti Tahririye Azasından Kemal Behiç Bey, Nişantaşı’ndaki konağa derse gelirdi. Siyasi vaziyetten de bahsederdik. Bir gün dersimizi bitirdikten sonra, “Mustafa Kemal’i 1915’ten, Şam’dan tanırım. Uzun müddet beraber oldum. Bahçelerde içer, konuşurduk. O yıllarda bile imparatorluğun tasfiyeye mahkûm olduğuna, inanır, günün birinde Türkler’in hâkim olduğu bir cumhuriyetin kurulacağını söylerdi. Tuttuğunu koparır, bu işin altından kalkar. Memleketi kurtarır ama bu sizin ailenin sonu olur. Anneniz Sultan Efendi’ye söyleyin, tedbirli olsun. Ailenizin aleyhindedir.” dedi. Anneme anlattım, hiç aldırmadı. ‘Ben zaten felakete düşmüş bir kadınım. Kocamı, amcam astırdı.. Saltanattan ne hayır gördüm ki? Mustafa Kemal benim gibi dul bir kadınla mı uğraşacak?’ dedi.”(s.74)   II. Abdülhamid’in torunu Osman Nami Osmanoğlu, büyüklerinden dinlediği, tarihçilerin dikkat etmeleri gereken bir olaydan bahseder. Abdülhamid’in dördüncü kadınefendisi olan anneannesi Müşfika Kadınefendi’nin, hanedanın Türkiye’den çıkarılmadan birkaç gün önce Ankara’ ya giderek, Mustafa Kemal’le görüştüğünü söyler. Bu konuyla ilgili Osman Nami Osmanoğlu, şu açıklamalarda bulunur: “Çıkacak kanunun, kadınefendileri de sürgüne yollayacağı kesindi. Büyükannem Ankara’ya gitti. Mustafa Kemal’le konuştu. Mustafa Kemal’i zaten Selanik’ten tanıyordu.. Büyükbabam tahtan indirilip Selanik’ e gönderildiğinde, orada kaldığı Alâeddin Köşkü’nde Mustafa Kemal’i kabul etmiş. Bize anlattıklarına göre, anneannemde bazı belgeler varmış. Ankara’ya bu belgeleri de götürmüş ve Mustafa Kemal’le pazarlık etmiş. Bu görüşmeden sonra, kanun tahmin edilenden daha yumuşak çıktı. Kadınefendiler Türkiye’de kaldılar. Anneanneme Serecebey’de bir ev verildi ve hiç kimse rahatsız etmedi. Bazen belediye falan müdahale etti, ama hiçbir şey yapamadılar. Ölene kadar orada yaşadı.”(s.98)     [*] Eğitimci, Eposta: ikizkuyu@yahoo.com   [1] Osmanlı Hanedanının Sürgün Öyküsü Son Osmanlılar, Murat Bardakçı, 197 Sayfa, İstanbul, 2006, Doğan Yayıncılık [2] İngiliz diplomat A. J. Toynbee’nin hatıralarında konuyla ilgili bazı değerlendirmelerde bulunur. Bu konuyla ilgili II. Dünya Savaşı sonrası yapılan Paris Barış Konferansında Rus diplomat Marie- Antoinette’nin Rusya’nın ihtilalde Romanof ailesine yapılanları Fransız İhtilali’nde hanedanın başına gelenlerle kıyaslayarak daha vicdanlı olduğunu savunarak Arnold J. Toynbee’ye şöyle dediğini belirtir: “Ruslar kraliyet ailesine Fransızlardan daha insanca muamele etmişlerdir. Fransızlar kraliyet ailesine kedi-fare oyununun oynandığı bir mahkemeyle eziyet etti; hüküm önceden belliydi. Sonra da kraliyet ailesini parçaladılar. Dauphin’i ailesinden ayırdılar; bugüne kadar zavallı çocuğa ne olduğunu kimse öğrenemedi. Ruslar ise daha düşünceliydi. İmparatorluk ailesini parçalamadılar ve infazdan üç dakika öncesine kadar onlara vurulacaklarını söylemediler.”(s.68/69 A Arnold Joseph Toynbee, Hatıralar: Tanıdıklarım, Çev: Deniz Öktem, 359 s., 2005, İstanbul, Klasik Yayınları)