İslam dünyası yeni bir tehlike ile yüzyüze… Ama gerçekte olayın aslı hiç de yeni değil. Pek çok değişik versiyonu tarihin derinliklerinde tezahür etmiştir. IŞİD dışında güncel olanları da var. Rafızilik, Mu’tezile, Şiilik, Haricilik, Haşhaşilik, Kadıyanilik, Bahailik, Vehhabilik, Selefilik vs. gibi… Bunlardan kimisi kendi iç dinamiklerinin etkisiyle oluşmuş, kimisi de dış güçlerce oluşturulmuştur. Sovyetlerin Afganistan’ı işgalinden sonra 1980’lerde oluşturulan ve bu silsilenin en son versiyonu IŞİD olarak isimlendirilen tehlikedir. IŞİD realitesinin nasıl “oluşturulduğunun” biraz geri planına gidelim. Hepimizin bildiği üzere 1945 sonrasında dünya iki kutuba bölündü ve belki Kore Savaşı hariç, bu iki kutup arasında doğrudan doğruya sıcak çatışma yaşanmadı. (Aslında o da büyük oranda dolaylıydı. Çin savaşa doğrudan girmişti, ama SSCB’nin savaşa hangi düzeyde katıldığı hiç bir zaman somutlaştırılamadı. Resmen girmedi çünkü… Lojistik desteğin çok ötesinde savaşın içerisinde olduğu da bir başka gerçek. ABD ise Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında savaşa girmişti). Ancak soğuk savaş süreci içerisinde her bir kutubun desteklediği iç dinamikler vasıtasıyla pek çok yerel ve bölgesel çatışma ve savaşlar yaşandı. Afganistan’ın işgalinde de benzer bir durum vardı ama, bu ülkeyi iki kutuptan birisinin temsilcisi olan Sovyetler Birliği doğrudan işgal etmişti. Yani tehlike büyüktü. Çünkü düşman herhangi bir yerel unsur değildi. Sovyetler; içerdeki işbirlikçilerin halkın karşısında güç durumda kalması üzerine, son derece kısıtlı imkanlara sahip bu ülkeye 1979 sonunda asker soktu. Afganistan’da 1970’lerin başında başlayan, ancak önü alınamayan iç çatışmalar böylece yeni bir aşamaya girmiş oluyordu. Milyonlarla ifade edilen ölüm ve büyük yıkıma yol açan işgal tam 10 yıla yakın sürdü. SSCB’nin Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldığı tarihte ise, SSCB’nin kolonları çoktan çatırdamaya başlamıştı. Bir-iki yıl sonra ise yok olup gitti. İki savaşı da Batı Bloku kazanmıştı. Zira SSCB hem Afganistan’daki hedeflerine ulaşamamış, hem de II. Dünya Savaşı sonrası başlayan soğuk savaşı kaybetmişti. Aslında asıl önemli olan da ikincisiydi. Zira Birincisi 1945’ten beri bir çok yerde yaşanmış olan çatışmalardan sadece bir parçaydı. Onun nisbi önemini artıran ise SSCB’nin çöküşünün hemen öncesine rastlaması ve belki de çöküşündeki en önemli unsur olmasıydı. Büyük ülkeler çok ciddi araştırmalardan sonra adımlarını atarlar. Atılan bu adımlar bazı zamanlarda içerisinde kendileri için de büyük risk barındırır. Eminim ki bu ülkeler; İslam toplumunda hangi tür toplumsal potansiyellerin olduğunu çeşitli sosyolojik ve tarihi araştırmalarla önceden keşfetmişlerdir. Gerek üniversiteleri vasıtasıyla, gerekse uzun yıllardır sahip oldukları think-thank kurumlarının derinlikli analizleriyle, bunun hassas hesaplarını önceden yaptıklarından kimsenin şüphesi olmasın. Zira bu ülkeler, “ülkelerin sosyolojik yapısından insanların psikolojilerine, kültürel yapılarından ailevi değerlerine, dini ve mezhebi farklılıklarından, ırki yapılarına kadar insanı ilgilendiren her sahada ciddi çalışmalar yaparlar, master ve doktora çalışmalarını da hedef ülkenin kendi evlatlarına yaptırarak daha sağlıklı bilgiye ulaşırlar, kontrol altına almak istedikleri ülke için hazırladıkları en az 50 yıllık projelerini o ülkenin genç enerjisinden istifade ederek uygulamaları başarılarının en önemli etkenlerindendir” (alıntı) IŞİD vb yapılanmalar da tam bu sırada (Afganistan’ın işgalini takip eden süreçte) oluşturuldu. Bir taşla birden fazla kuş vurma hedefine dönük politikalar, içerisinde son derece tehlikeli riskler barındırmasına rağmen, çıkar ortaklığı ile de perçinleşince, dünyada hassasiyeti olan bütün Müslümanların ilgisini çeken “cihad” anlayışı Afganistan’da harekete geçirildi. Yapılanmaya aktif destek veren iki ülke vardı. Birisi ABD, diğeri ise Pakistan idi. Pakistan kapıdaki büyük tehlikeyi sezinlemişti. Zira Afganistandan sonra sıranın kendine geleceğini biliyordu. Sınır kenti Peşaver bu iş için üs olarak kullanılanılıyordu. Burada bir taraftan Afganistan’daki savaştan kaçan milyonlarca mülteci barındırılıyor, bir yandan da “mücahid” adı verilen direniş gruplarına katılmak için dünyanın her tarafından bu ülkeye ölmek (şehid olmak) için akın eden ve bu gün “cihatçı” olarak isimlendirilen kutsal savaşçılar organize ediliyordu. SSCB’nin o gün, ABD’nin de bugün baş edemediği kutsal savaşçılar ise tam da bunlardı. Peşaver’deki organizasyonun başında Abdullah Azzam isimli bir Filistinli vardı. Bir bombalı saldırıda hayatını kaybetti. Asıl süreç bundan sonra başlamıştı. Zira Azzam’ın yerine o gün 30’lu yaşlarının başında olan, sonradan bütün dünyanın tanıdığı Suud’lu zengin bir ailenin çocuğu getirilmişti: Usame Bin Ladin… Elbette Ladin, diğerleri gibi kutsal savaş maksatlı oradaydı. Savaş sürecinde ortak çıkar gereği ABD ile yoğun temasa girdi. Durumdan her iki taraf da memnundu. Bir tarafta uzun vadede ABD çıkarlarına hizmet eden ölümden korkmayan gönüllü savaşçılar vardı, diğer tarafta da ülkesini düşmandan çıkaran direnişçiler (mücahitler). Bu gün cihatçı diye haklarında korku yayılan bu gruplara “Mücahid(t)” denmesi de tesadüfi değildi. Zira cihad İslam dininde çokça övülen ve şartları meydana geldiğinde ise kaçınılamayan bir “ibadetti.” Bir İslam ülkesi işgal edilmişken, şartlarının oluşmadığını kimse ileri süremezdi. İslam hukukunun bu çok önemli müessesesi bu Müslüman beldeden işgalcileri çıkarmayı hedef alsa da, asıl hedefin bu olmadığı, Sovyetler bu ülkeyi terk ettiklerinde anlaşıldı. Zira, ABD’nin iktidarı bu güçlere terk etme diye bir niyeti yoktu. İlk zamanlarda pek sesini çıkaramamışsa da çok geçmeden iç savaşı körükledi ve bir süre sonra görünüşte gene mücahitler ama gerçekte ABD’nin desteklediğini anlamanın hiç de güç olmadığı yeni bir iktidar gelmişti bu ülkeye: Taliban… Belki kamuoyu bilmiyor; Talibanı ilk tanıyan iki ülkeden birisi ABD, diğeri ise Pakistan’dı. Savaş esnasında Sovyetlere kök söktüren en büyük gruplardan birisi Cemiyet-i İslami isimli mücahit grubu idi. Bu gurubun başında siyasi lider olarak Burhanettin Rabbani ve askeri lider olarak da Penşir Aslanı olarak adlandırılan ve Sovyetlerin diş geçiremediği efsane komutan Ahmet Şah Mesut vardı. Rabbani komünizmi takiben Afganistan Cumhurbaşkanı seçilmişti. Ama ABD buna çok fazla tahammül edemedi. Önce iç savaş, sonra Kabil’in terk edilmesi sonra Ahmet Şah Mesut’un, tesadüf müdür bilinmez, 11 Eylül olaylarından tam iki gün önce bir suikastta öldürülmesi ve sonraki süreçte Rabbaninin de benzer bir suikastle ortadan kaldırılması. Nasıl gerçekleştirildiği hala muamma olan 11 Eylül, tarihin akışını etkileyen önemli bir dönüm noktası oldu. Savaşın kazanılması ve Sovyetlerin dağılmasıyla artık kendilerine ihtiyaç duyulmayan, bir taraftan da bölgedeki ABD politikalarına karşı çıkan yerel unsurların tasfiye sürecinin başlatılması gerekiyordu. Savaş esnasındaki ittifak bitmiş, ABD kendi eliyle türettiği bu canavardan kurtulmak için somut adımlar atmaya başlamıştı bile… Zra Taliban’ı desteklemiş olması buna imkan vermeyince, soruna neşter vurulması için uygun bir kamuoyu oluşturulması gerekiyordu. İşte 11 Eylül ve takip eden süreç böyle doğdu. Aklı uzağa çok ermeyen ve ABD içerisindeki ince bir operasyonla iktidara getirilen George Walker Bush (Oğul Bush), tam da bu iş için biçilmiş kaftandı. Hatırlayın ABD’de aslında Demokrat Parti adayı Al Gore’un kazandığı seçimlerde sonuçlar, ABD tarihinde görülmemiş bir şekilde aylar sonra açıklanmış ve George W Bush galip ilan edilmişti. Demek ki darbeler sadece bizde olmuyormuş ya da derin devlet her yerde söz konusu olabiliyormuş. Zira Neo-Con olarak isimlendirilen ve hemen hemen tamamı Yahudi olan ve esasen İsrail çıkarlarına hizmet eden grubun Bush üzerinden gerçekleştirmeyi amaçladığı hedefleri vardı. Irak ve Afganistan’a savaşla somutlaştı bu hedefler… İşte IŞİD denen örgütün alt yapısı bu süreçte oluşturuldu. Bir sonraki yazımızda örgütü ve yapılanmasını ele almaya çalışacağız.