Kurtuluş savaşından önce bütün vatan toprakları işgal edilmişti. Savaşı kazanan müttefikler, Megola İdea, yani Bizans’ın yeniden ihyası düşüncesine sahip Yunanlıların Batı Anadolu’yu işgaline vize verdiler. Bugünkü Türkiye topraklarının üçte birinden fazlasını içeren ve o günkü Yunanistan’dan daha büyük olan bu toprakların, Anadolu’da çıkabilecek bir isyana karşı Yunanlılarca işgaline izin verdiler. Orduları dağıtılmış Anadolu insanı da ilk aşamada buna karşı direnç gösteremedi. Ancak önceki yazılarımızda bahsi geçen organizasyonla düşman denize dökülünce bu oyun bozuldu. Anadolu’daki hareketin gücünü gören başta İngilizler olmak üzere ordularını yavaş yavaş çektiler. Ancak sebebi nedir bilinmez, sürekli düşman olarak Yunanlılardan bahsedilir. Oysa onların hamisi İngilizlerdir. Çanakkale savaşı hariç İngilizlerden daha çok Yunanlıların düşman olduğu anlatıldı tarih kitaplarında... Ben de bu konuya dikkat çekerek diyorum ki, bu topraklar zaten bizimdi, sadece düşmanın geçici işgalinden kurtulma durumu söz konusudur. Hatta misak-ı milli sınırlarına ulaşılamamış, İtslysInın işgalindeki Ege adalarının 1945’ten sonra Yunanlılara verilmesine karşı herhangi bir girişimde de bulunulamamıştır. Öyle ya; sahada olmazsanız masada da olamazsınız. Demek ki, savaşa girmemeyi başarmak nihai başarı değilmiş…

Kurtuluş savaşında Anadolu halkı düşman çizmesini aşmak özgürlüğünü kazanmak için savaşmıştır. Zaten savaş cumhuriyetçilerle padişah taraftarları arasında da yapılmış değildir. Fakat savaş kazanılınca, Osmanlı Devletinin resmen sonunu getiren gelişmeler olmuştur. Oysa Osmanlı Devletinin İslam dünyası üzerinde bir misyonu vardı. Bu misyon sonlandırılmıştır. Padişah, dolayısıyla Osmanlı adına başlanan bir savaş sonrasında padişah silah zoruyla ülkeden çıkarılıyorsa ve bu tarihi kanıtlarla sabitse, yanlış bunun neresindedir.

Cumhuriyet döneminde zaman zaman halkın iradesi daha güçlü bir şekilde tecelli etmiştir. Ancak bu irade 1960 (Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi), 1971 (12 Mart Muhtırası), 1980 (açık darbe), 1997 (28 Şubat postmodern darbesi), 2007 (Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dönük internetten Genel kurmay Başkanlığı açıklaması ve Anayasa Mahkemesinin 367 kararı-E-muhtıra) ve 2015 (15 Temmuz kanlı darbe ve işgal girişimi) yıllarında halkın iradesine ipotek konmuş ya da girişimlerde bulunulmamış mıdır? Böyle bir tarihi gerçek yok mudur? Bunu eleştirmenin neresinde bir yanlışlık vardır?

Cemil Meriç; ‘Tenkit hakkının mutlak olmadığı her ülkede alkış bir yalandır, küçülten, sefilleştiren bir yalan’ şeklindeki özlü ifadesi ile durumu özetlemiştir. Bosna Hersek’in Yugoslavya’nın dağılmasından sonra yaşadığı iç savaşta lideri ve bir Osmanlı torunu olan bilge insan Aliya İzzetbegoviç ise “ben olsam Müslüman Doğudaki tüm mekteplere 'eleştirel düşünme' dersleri koyardım. Batı'nı aksine, Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur" şeklindeki görüşleriyle konunun ne kadar da önemli olduğu üzerinde durmuştur. Yoksa geleceğimizi emanet edeceğimiz “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” nasıl yetişecek.

İnsan hakları denince ilk akla gelen şeylerden birisidir düşünce özgürlüğü... Akademisyenler toplumda politik kaygılardan uzak bir şekilde düşünce üreten kişiler olmalıdır. Bu düşüncenin eleştirel olması da önemini bir kat daha artırmaktadır. Akademisyenin görevi siyasi, ticari kaygı ya da makam beklentisi ile güç sahiplerini övmek olmamalıdır. Eğer akademisyen eleştiri maksatlı görüşlerini dile getirdiğinde kendisini baskı altında hissediyorsa, yeni bir görüş bildireceği zaman ister istemez endişelenecektir. Böyle bir politika toplumun beynine kilit vurmakla eş anlamlıdır.

Akademisyen salla başını al maaşını mantığından hareket edemez. Herkesin, ama özellikle de akademisyenlerin toplumdan aldığından daha fazlasını topluma geri verme düşüncesiyle hareket etmesi gerekir. Akademisyenlerce yapılan bilimsel çalışmalar topluma inememektedir. Bunlara ulaşılsa bile bilimsel dille yazıldığından bir şey anlaması söz konusu değildir. Bu yüzden konu ile ilgili mes’uliyyet hissettiğimden internet sitelerinde dili basitleştirerek topluma ulaşma gayretim oldu. Marifet; herkesin söylediğini tekrar etmekte değildir. Sorumlu bir akademisyen olarak eleştiri getirme hakkım olduğunu düşünüyorum. Vesselam… (bu başlık burada son…)