ÇOCUK GELİNLER -4-

Dört Duvar Şahit Benim Acılarıma…



              Sevda Hanım, günlerdir hazırlanıyordu kabul gününe. Ayda bir yaptıkları, arkadaş gününde bu ay sıra ondaydı. Gün yapmaktaki amaç ayda bir gün de olsa, bir araya gelmek eskiyi yeniyi konuşmak özlem gidermekti. Günü kararlaştırırken baştan anlaştılar;  bir çeyrek altınına döndüreceklerdi günlerini. Ayrıca çayın yanına da iki çeşitten fazla yapmak yok. Bir tatlı bir tuzlu hamur işi olacaktı.



             Gel gör ki,  herkes ne kadar marifetli olduğunu göstermek için gidilen günde, her seferinde katlanarak çoğaldı pasta börek. Üstelik birinin gününde ikram edilenlerden farklı olmalıydı yapılanlar… Artık masalar donatılıyor, pasta çeşitleri, börek çeşitler, salata çeşitleri. Kısırlar, mercimek köfteleri, yeni yeni salata çeşitleri ile misafirlerin karşısına çıkılıyordu.



             Dört beş arkadaşla başlayan günleri giderek arttı, bazılarının eltisi, kuzeni gibi akrabalarının katılımı ile on iki kişi ile sürüyor günleri.



            Sevda Hanım, bir gün önceden tuttuğu temizlikçi kadına temizletti evini. Dedikodulara meydan vermemek gerekirdi. En güzel örtülerini çıkartıp serdi, yeni aldığı servis takımlarını masasına özenle yerleştirdi. Çoğunu akşamdan hazırladığı börekler, pastaları masada yerini aldı. Eksik bir şey var mı diye son bir defa baktı masasına? Şık sade bir kıyafetle misafirlerini beklemeye başladı.



               Arkadaşları arka arkaya gelmeye başladılar, hepsi de birbirinden şık kıyafetler içinde, özel ayakkabılarını da giyerek adeta yarıştılar. Eşlerinin hali vakti yerindeydi. Onlar çalışıyor, hanımları harcıyordu. Kadınların hepsi de ev hanımı idi. Çalışan bir iki arkadaşları vardı, fakat günlere ayak uyduramadıkları için çıkmışlardı.



               Hepsi de orta yaşlarda çocuklarını büyütmüşler, ellerine ayaklarına takılan olmayınca rahat rahat geziyorlardı. Her birinin ayrıca başka günleri de vardı. Belli bir sıraya konulmuş günlerini hiç aksatmadan sürdürmeye çalışıyorlardı.



            Hal hatır soruldu. Herkes tamamlanınca,  Arife Hanım; tatlı bir telaşla çantasından çıkarttığı düğün davetiyelerini arkadaşlarına dağıtırken, hepsi de şaşkınlık içindeydi. Oğlunu evlendiriyordu Arife Hanım. Hepsi birden sordular ‘’Ne zaman büyüdü senin oğlan da evleniyor.’’ Oğlu okulunu bitirmiş, mühendis olmuş, okuldan anlaştığı kız arkadaşı ile evlenme kararı almıştı.



            Arife Hanım, bir anda kendini oradaki hanımlardan yaşlıymış gibi hissetti. ‘’Ben on üçümde evlendim. On dördümde oğlan kucağımdaydı. ‘’ dedi.  Kendi yaşını ispatlama çabasındaydı  ‘’ Arka arkaya doğunca çocuklar çok zor büyüttüm, kendimde çocuktum daha’’ Hâlâ güzelliğinden bir şey kaybetmemiş olan Arife Hanım, ‘’O zaman güzeldik, durdurmadılar gelen giden ‘’ diyerek, erken evlenmesini güzelliğine bağladı.



             Erken evlenmek güzellikle doğru orantılı olunca, hemen hepsi de ‘’Bende erken evlendim, çocuğum geç oldu’’ ya da ‘’Hemen çocuk düşünmedik’’  diyerek, güzelliklerini üstü kapalı ima etmeye çalıştılar.



            Nurdan Hanım, kendisinden beş yaş küçük, aynı zamanda kuzeni olan, eltisi Zeynep’in bakışlarından nem kaparak  ‘’ Bende on altı yaşında evlendim, bana kimlik çıkartmamışlar,  ölen kardeşimin kimliğini bana vermişler ’’  diye kendinin de küçük yaşta evlendiğini üstüne basa basa vurguladı.



            Kendisine evde kalmış muamelesi gösteren eltisi Zeynep Hanım,  pek ikna olmadı. Amca çocukları olduğundan, bir arada büyüdükleri için biliyordu Nurdan Hanımın yaşını. İki eltinin arasında su yüzüne çıkmayan bir rekabetleri vardı. Bu yaş konusunda iyice kendini belli etti. Zeynep Hanım eline fırsat geçmişçesine Nurdan Hanımı iyice aşağılamak istedi.



             Zeynep, Nurdan’dan beş yaş küçük olduğu halde, ondan önce büyük olan ağabey ile evlenmişti. Nurdan’da beş yıl sonra Zeynep’in kocasının, küçük kardeşle evlenmişti. Yani Zeynep küçük olmasına rağmen yolda büyük sayılıyordu.



            Nurdan bir türlü hazmedemiyordu, günde kadınların içinde yaşının ortaya çıkmasını. İnatla küçük olduğunu iddia ediyordu.  İki amcakızı olan, iki eltinin tartışması gittikçe alevleniyordu. Zeynep ‘’Evlenmeden önce ben sana abla derdim, şimdi sen bana abla diyorsun. Çünkü kocanın abisiyle evlendim. Yolda büyüğüm ama senden beş yaş küçüğüm’’



             Gündeki kadınlar; Nurdan’ın yaşının sırrı ortaya çıktıkça nedense keyifleniyor, pür dikkat kavga düzeyine gelmiş tartışmalarını dinliyorlardı. 



             Zeynep devam ediyordu  ‘’Kocası da kendinden iki yaş küçüktür. Ayarttı oğlanı bize gele gide’’ dedi.  Daha fazla dayanamadı Nurdan, kalkıp gitmek istedi, gitmeden de eltisine haddini bildirmeliydi. ‘’ Sen sanki erken evlendin de n’oldu. Ancak sopa yedin kocandan, kaynanandan…’’  Gündeki kadınlara dönerek devam etti ‘’Her gün döverlerdi bunu, ağlaya ağlaya gelirdi bize. Pasaklının teki diye az mı dayak yedin ha!’’ sinirinden titriyordu Nurdan, silkelene silkelene anlatıyordu olup biteni. ‘’Karnında bebeği ile kapının önüne koyuyorlardı bunu;  babam, annem rica minnet yalvardılar kaynanasına, kayınbabasına; etme gitme diye. Doğurduğu çocuklara anası baktı, bakmayı da beceremedi .’’



             Bu kez Zeynep,  renkten renge girmeye başladı. Toplulukta kendine has bir saygınlık gördüğüne inanıyordu. Şimdi bu saygınlığın yerle bir olduğunu hissetti. İtibarı iki paralık oldu. Dayak yiyen aciz kadın konumunda üstelikte pasaklı diyerek onurunu rencide etmişti Nurdan.



             Erken evlenmenin övünülecek bir yanı olmadığını çok iyi biliyordu Zeynep. Çektiği sıkıntılar, yaşadığı acılar, stresten bozulan psikolojisi, erkenden tanıştığı kadın hastalıkları, içinde saklamaya çalıştığı ezikliği yüzüne yansıyordu. Zaten yaşından önce yaşlanmış gibiydi.    



            Geçmişteki günlerini hatırladı, Nurdan sayıp dökerken, yüzündeki mutluluk maskesi düşmüş, yorgunluk, bıkkınlık, çaresizlik ifadesi gelmiş oturmuştu. Kadınlara dönüp, ‘’ Ne çektiğimi bir ben bir Allah biliyor, Nurdan’ın gördüğü dışarı taşanlar. Dört duvar şahit benim acılarıma.’’ Olan oldu der gibi, içini dökmeye başladı Zeynep. ‘’On dördüme bastım basmadım. Aldılar beni. Büyük gelinim diye her işe koşturdular. Bir şey bilmiyorum ki, yapsam.  Hiç unutmam aylarca yorganımın, yatağımın çarşafını değiştirmeden yattım. Hiç yıkanacağını akıl edemiyordum. Bir gün kocam dedi ki; - Sen neyle yıkıyorsun bunları, kokusu pis pis geliyor.  Yıkamıyorum demedim. Anladım ki yıkanacak koca koca örtüler, çarşaflar.   O zaman ne çamaşır makinesi var, ne bulaşık. Hepsi elimden geçiyor. Kıra döke yapmaya çalışıyorum. Kırdıkça kaynanam dövüyor, döktükçe kocam dövüyor, adım çıktı pasaklı sakar geline. Sabahları hamur yoğrulurdu koca bir leğen. Sıcak sıcak, kahvaltıya pişecek börekler bazlamalar. Erkenden kalkıp mayalanacak, hamur gelecek pişecek. Ben de uykudan gözümü açamazdım ki kalkıp yapsam.



             Nurdan girdi lafın arasına ‘’Bir gün bi geldim ki, (Zeynep’i göstererek) bu debeleniyor hamur leğeninin içinde, dirseklerine kadar girmiş hamura çıkamıyor. Daha o zaman bekârdım. Kaynanası da söyleniyor başında, eliyle de başını kaktırıyor. Baktım haline acıdım. Kalk ta ben yoğurayım dedim. Geçtim hamurun başına yoğurdum attım hamuru kaynananın önüne. Kaynanam o zaman beni beğendi, bu  (Zeynep) beceriksiz çıkınca bari öteki gelin becerikli olsun diye aldı beni oğluna.’’



             Nurdan konuşmasını sürdürdü ‘’ Babam, annem;  Zeynep’in halini gördükçe, ben kızlarımı erken evlendirmem diye kendi kendilerine söz vermişler. Babam her fırsatta; - Ben çocuklarımın canını sokakta bulmadım erken evlendirip el kapısında perişan edemem derdi. ‘’ 



             Zeynep daha fazla dayanamadı başladı sessiz sessiz ağlamaya. Kendi anne babası, kızlarının canını sokakta mı bulmuşlardı? El kapısında şamar oğlanına çevirmişlerdi. Doyasıya çocukluğunu yaşayamadan, kucağına aldığı çocuklarına bakamadan hiç mutlu olamadan geçmişti yılları.



            Gözyaşları herkesin yüreğini yumuşatmıştı. Kadınların,  kendilerinin de yaşadıkları akıllarına geldikçe gözleri doluyor Zeynep’e eşlik edercesine iç çekiyorlardı. ‘’ Bizim zamanımızda erken evlendirilirdi kızlar, kız on sekiz yaşına geldi mi evde kalmış derlerdi’’ dedi Arife Hanım. ‘’Öyle diyecekler diye ömürlerimizi, hayallerimizi zindana çevirdiklerinden hiç haberleri yok’ ’dediler diğerleri.  Birer birer dökülüyordu itirafları. Boşa harcanmış ömür, yaşanmayan çocukluk, dert sahibi olmanın getirdiği sıkıntılar…



            Ev sahibi Sevda Hanım, ocağa koyduğu çayı hatırlayarak mutfağa fırladı. Bu karamsar havanın değişmesi gerekiyordu. Işıl ışıl bardaklarda çayı,  tepsisine doldurup getirdi. Pastalara böreklere kimse bakmadı. Hayat boğazlarını tıkamıştı. Çaylarını yudumlarken, baba ocağının, anne kucağının sıcaklığını hissediyorlardı sıcak sıcak…