Nüfus sayımı yapılıyordu. Bu Pazar sokağa çıkma yasağı vardı. Zaten mahallelinin çoğu Pazar günleri pek dışarı çıktığı yoktu. Herkes evinde ne yaptığı bilinmez, kabuğuna çekilmiş kaplumbağalar gibiydi.  Dışarıdan koca bir duvar gibi görünen evlerinin önündeki küçük bahçelerde, oyalanır dururlardı akşama dek.

Gözden kaçırmayın

TASMASIZ NALIN, KAYNANASIZ GELİN...TASMASIZ NALIN, KAYNANASIZ GELİN...

ÇOCUK GELİNLER -13-



      Dedeyin Adı Ne Len Oğlum?



     Nüfus sayımı yapılıyordu. Bu Pazar sokağa çıkma yasağı vardı. Zaten mahallelinin çoğu Pazar günleri pek dışarı çıktığı yoktu. Herkes evinde ne yaptığı bilinmez, kabuğuna çekilmiş kaplumbağalar gibiydi.  Dışarıdan koca bir duvar gibi görünen evlerinin önündeki küçük bahçelerde, oyalanır dururlardı akşama dek.

     Görevli memur, ahşap, eski sokak kapısının tokmağını iki kere tıklattı, beklemeye başladı. Elindeki koca defteri okula giden liseli gençler gibi kucağına bastırmış, sabırla kapının açılmasını bekliyordu. Evde, Zele yenge ve üç küçük çocuğundan başka kimse yoktu. Ev halkı,  kayınvalidesi, kayınbabası, kocası birkaç gün önce, kayınvalidesinin diz ağrıları nedeniyle on günlüğüne kaplıcaya gitmişlerdi.  Zele, henüz ilkokul birinci sınıfa giden oğlu için gitmemiş, üç çocuğu ile evde kalmıştı.

     Zele yenge,  ‘’Kim o’’ diyerek, gelenin görevli memur olduğunu anlayınca;  üst üste kilitlediği kapıyı endişeli hareketlerle gürültülü bir şekilde araladı. Gıcırdayan kapıyı komşuları duysun istiyordu.  İlk kez bir memurla karşı karşıya geldiğinden,  araladığı kapıdan, başındaki yazmasının ucunu ağzını örterek, başını uzattı.  Ne istiyordu? Bilmiyordu. Sayımdan falan haberi yoktu. İçeri avluya buyur etmedi memuru, kapının eşiğinde dışarı çıkmaktan korkan, her an kapıyı memurun yüzüne çarpacakmış gibi duran hareketle beklemeye başladı.  Daha önceki sayınlarda evin erkekleri karşılardı memurları.

     Sayım memuru, içeri giremeyeceğini anlayınca kapının eşiğine çöktü. Defterini de dizleri ile kucağı arasına yerleştirip sorularını sormaya başladı.

‘’Adınız?’’

‘’Zele!’’ aslında adı Zeliha idi, çocukluğundan beri ev halkı kısaca ‘’Zele’’ demiş, Gelin gelince de mahalleli ‘’Zele yenge’’ dediklerinden kendi adını nerdeyse unutmuştu.   Sayım memuru, sorduğu soruları yarı duyulur yarı duyulmaz şekilde fısıldayan Zele’ye; adını bir daha sordu, anlamamıştı çünkü. Aynı cevabı alınca tekrar sordu ’’Zele gerçek ismin mi?’’ Zele’nin o zaman aklına geldi gerçek adı. ‘’Zeliha’’dedi. Sorularını sormaya devam etti memur, ‘’Soyadınız?’’ o soruyu hemen cevapladı. Doğum tarihini bilemedi Zele. ‘’Kaç yaşındasın?’’  diye sordu memur,  ‘’Anamdan doğalı yaşıyorum’’ doğru dürüst cevap alamayınca, ‘’Kimlik bilgilerini içeren nüfus cüzdanını getir ‘’dedi.  Zele, yine anlamayınca ‘’Kafa kâğıdını’’ diye tekrarladı. ‘’Kafa kâğıdım benim heriftedir, o bulundurur yanında’’ dedi Zele yenge.  Sayım memuru, Zele yengenin yüzüne bakıp tahmini bir yaş yazdı kırk beş. Hâlbuki Zele yenge yirmisine yeni girmiş, sekiz yıllık evliydi.

       ‘’Evde yaşayanlar kimler?’’ ‘’Kayınnam, kaynatam benim herif, askerde ki kaynım, üç de çocuk’’  adı, soyadı,  doğum tarihi soruldukça bildiklerini cevaplıyor, bilemediklerini omuzlarını kaldırıp, dudağını büküyordu. Eşinin babasının adını sordu bu kez memur.

’Kayınpederinizin Adı?’’ elinde kalemi yazmaya hazır bekliyor memur. ‘’?  ? ‘’ Cevap yok. Zele yenge hafızasını yokluyor, kayınpederinin adını bulmaya çalışıyordu. Memur ‘’ Kayınpederine ne derler, ne diye çağırırlar?’’ diye hatırlamasına yardımcı olmaya çalışıyordu. ‘’Hiç bilmiyorum, hiç duymadım’’ çaresizliğini ifade eden bir sesle kâh gözlerini sabit bir noktaya dikiyor düşünüyor, kâh etrafına bakınıyor, birini görsem de sorsam diye. Yok! Bilmiyor kayınpederinin adını. Çocuklar dede der, oğlu baba derdi hep. Kendisi kayınpederine hiç seslenmemişti ki; adı ile çağrıldığını da duymamıştı. Bilmiyor, bilmiyordu…

     Görevli memur, kendisinden daha genç olmasına rağmen teyze diyordu Zele yengeye.

’Teyze, torunlarına filan koymadınız mı Kayınpederinizin adını?’’ Zele yenge kendinden emin, ‘’Yok yavrum koymadık’’ kendisine teyze dendiği için birden memurun çok küçük olacağını düşündüğünden ‘’Yavrum’’ diye hitap edivermişti. Zele yenge, dersini iyi çalışmamış bir öğrenci gibi kıvranıp duruyordu. Sağa sola bakarak, kayınpederinin adı ile ilgili bir iz arıyordu. Memurun sabrı tükenmek üzereydi daha dolaşacağı koca bir mahalle vardı.

     Annesinin uzun süredir aşağıda kapıda kaldığını gören o büyük oğlu, merakla aşağıya iniyor, usulca annesinin eteklerine sarılıyor, ürkmüş kedi yavrusu gibi memura bakıyor. Bir süre hiç biri konuşmadı, hala düşünüyordu Zele yenge kayınpederinin adını. Bir aralık memur, annesinin eteklerine sarılan sadece başı görünen çocuğu fark etti. ‘’Oğlum dedenin adı ne biliyor musun?’’ Oğlan önce utandı, yüzünü annesinin eteği ile sakladı. Annesi geriye doğru ittirdi, eteğini çekiştirdi.  Birde kendi sordu ‘’Dedeyin adı ne len oğlum?’’ soruşunda umutla karışık çaresizlik vardı.

     Annesi sorunca, çocuk kendine gelen öz güveni ile annesinin bilmemesine şaşırarak, ‘’Ahmet ya ‘’ dedi. Memur mutlu ‘’Bak teyze, Ahmet’miş kayınpederinin adı’’’Ahmet ‘miymiş ’’ dedi Zele yenge. Memur oğlana dönerek, yazmadan önce bir daha sordu ‘’İyi biliyor musun oğlum, Ahmet mi?’’ Oğlan alışmıştır memura, samimi bir eda ile ‘’Evet amca Ahmet, benim adım da Ahmet, dedemin adı da Ahmet. ’’  Memur derin bir oh çekerek görevini bitirdi. Başka kapıya yönelirken; Zele yenge, hâlâ kapıda kayınpederinin adını koydukları oğlunu, ilk defa görüyormuş gibi şaşkın, bilemediği için kızgın, memurun karşısında duyduğu utançla kalakaldı.

     İnsan yerine konulup sayımda sayılmıştı ama evinde;  bir çocuk kadar değeri yoktu,  olan bitenden de haberi…

     Çıkmaz sokaklarının evlerine daldı gözü, çoğu büyük, bazısı küçük döşenmiş taşlarla sokaklarının yolu bildi bileli aynı genişlikteydi. Belki de genişliğinin farkında bile değildi. Öylesine boş boş dalıyordu gözleri. At arabalarının bile zor sığdığı bu yol, sokak sakinlerinin kolayca bulabildiği ama adresle arayanların bir türlü giremediği sapa bir yoldu.  Hele yabancıların, gelip geçenlerin asla uğramadığı bilinmeyen bir yer…

     Bu sokak, bir yanını görkemli kalenin eteklerine dayamış, yokuşları zamanla basamaklaşmış, doğal merdiven haline gelmiş;  yedi sekiz ev birbirine sokulmuş, görünmemek için büyük çaba harcayan saklambaç oynayan tarih gibiydiler. Güneşin bile zor bulduğu bu sokakta ki evler, bir ya da iki odalı genellikle tek katmış gibi görünen;  iki katlı evlerdi.  Dışarıdan belli olmayan bahçeleri, avluları olmasına rağmen kadınlar, sabah kocalarını işe uğurladıktan sonra, işlerini bitirenler kapılarının önüne çıkıp otururlar. Akşama kadar sohbet ederler. Ne konuşurlar, ne derler bilinmez ama herkes, herkesin, her şeyinden haberdardır. Çocuklar, annelerinin gözü önünde sokak diye bu dar alanda kendince uydurdukları oyunları oynarlar. Kadınlar, ayıklanacak sebzeleri kapılarının önünde ayıklar, yaprak sarılacaksa el birliği ile sarılır. Turşu kurulacaksa burada kurulur, ellerinde örgü, nakış ne gibi işleri varsa bu çıkmaz sokakta yapılırdı.

     Evin erkekleri, sabah gün ışığı ile birlikte boyaları çoktan dökülmüş, belki de hiç boyanmamış kocaman ahşap kapılardan çıkar, akşam hava kararırken evlerine dönerlerdi. Kocaları nerede çalışırlar? Ne iş yaparlar kimse bilmezdi. Merak ta etmezlerdi. Ekmek parası kazanıyorlar ya bu yeterdi çıkmaz sokakta oturan kadınlara…

     Zele yenge, karlı bir kış günü aşağı mahalleye kadar gelen, gelin arabasından inmek zorunda kalmış, buzların üstünde kaymamak için büyük mücadele vererek arabanın çıkamadığı bu sokağa yürüyerek gelin gelmiştir. On üç yaşında vardı yoktu gelin geldiğinde. Gelin geldiği evinden, sokağı dışında hiçbir yere çıkmamıştır. Biri alt katta diğeri ikisi üst katta üç odası olan evinin üst kattaki odalarının pencereleri sokağa bakar. Kapının önüne çıkamadıkları kış günlerinde Zele yenge bu odaların pencerelerinden taş duvarlardan başka bir şey görünmeyen çıkmaz sokağa bakardı. Kayınvalidesi, kayınbabası alt kattaki odada, Zele yenge, kocası ve çocukları ile üst katta yatar kalkardı.

     Zele yenge, ilk gelin geldiğinde o evde uyulması gereken kuralları kimse anlatmadan, açıklama yapılmadan kendisine hissettirilmiştir. Kayınpederin yanında konuşulmayacak, gülünmeyecek, onun bulunduğu ortamlarda varlığı ile yokluğu belli olmayacak. Kayınpeder ‘’Konuşmalık’’ verinceye kadar, konuşulmayacak, sesi çıkmayacaktı. Gelenekleri böyle idi. Kayınpederi ölünceye kadar, konuşmalık teklif etmedi,  o da hiç konuşmadı. Konuşmalık dedikleri de geline verilecek bir armağandı. Bilezik mi olur, altın gerdanlık mı olur, elbiselik kumaş veya para gibi her hangi bir hediye.

     Geleneklerine uygun bir gelin olmakta pek zorlanmadı Zele yenge, birkaç kere suçsuz yere hem kocasından hem kayınvalidesinden dayak yedikten sonra iyice ayak uydurdu gelinlik yapmaya. ‘’Beni neden dövdünüz suçum nedir ?’’ diye soramadı bile.

     Geldiğinde canlı bakışları zekice bakıyordu. İleriye dönük ne güzel hayalleri vardı. Su akışı gibi billur sesi, güldüğü zaman gamzeleriyle taçlanan inci gibi dişleri… Güzelliği yedi mahalleye duyulmuş, bütün kadınlar yeni gelini görmeye akın akın gelmişlerdi Zele yengenin evine. Kırk gün dolmadan bambaşka biri oluvermişti. Anne babasına gitmesine izin yoktu. Anne babası geldiğinde de evin sırları anlatılmayacak, ser verilip sır verilmeyecekti. Zamanla kendi ailesinin ziyaretleri seyrekleşecek ‘’Aman kızımızın huzuru bozulmasın’’ diyerek git gide ellerini ayaklarını çekeceklerdi o evden.

     Çıkmaz sokağın kadınları hayatlarından şikâyetçi değillerdi. Zele yenge de şikâyetçi değil. Kendilerini bu sokağa hapsetmişler, dış dünyanın varlığından haberleri yok gibidir. Yaşamanın anlamını da bildikleri yoktur. Kaderine boyun eğecek, kaderlerinden de haberleri yok. Gece yatılıp,  sabah kalkılan tek düze bir hayat. Hasta olunduğunda hastaneye gidilmez, kendi kendine iyileşmesini beklerlerdi.

     Bu çıkmaz sokakta yaşayan kadınların hepsi de zalim kaynana elindedirler. Kaynanalar zalim olmak zorunda. Gerekirse kocaları dövecek, bu da yaşamanın bir kuralı onlara göre ve çok normal. Devam eden yaşam içinde Zele yengenin altı çocuğu olmuş, ikisi doğar doğmaz, birisi de dört yaşında ölmüş, geriye iki erkek, bir kız çocuğu ile yaşamını sürdürmüştür.     

         Zele yengenin gelin olmasından dokuz yıl sonra aynı eve bir gelin daha gelir. O zaman biraz sevinmişti Zele yenge, eltisinin geldiğine. Adı Nazik, on dokuz yaşlarında o da ayrı bir güzeldi. Pürüzsüz beyaz teni, minyon tipiyle sevimli bir gelindi. Sessiz sakin duruşu, Zele yengeye saygılı tutumu hoşuna gitmişti Zele yengenin. Önceki geline uygulanan yazısız sözsüz kurallar Nazik içinde geçerliydi. Öyle ki evde iki gelin var diye işi iyice sıkı tutmak hem kayınbabanın hem kayınvalidenin görevi idi. Olur olmaz bahanelerle çıkışıyorlar, gelinlerinin yaptıkları hiçbir şeyi beğenmiyorlardı.

     Yine de Zele yenge, kendine bir can yoldaşı bulmuştu. Kayınbaba, kaynana ile anlaşamayan gelinler birbirlerine daha yakın kardeş gibi olmuşlardı. Kayınvalidenin evde olmadığı zamanlar bu iki geline gün doğuyordu. Küçük gelinin kurnazlığı ve işgüzarlığı sayesinde canlarının istediği yemekleri yapıp sonra ortada hiçbir iz bırakmadan toplayıp kaldırıyorlardı.

Arada yapılan bu kaçamak ziyafetler çok hoşlarına gidiyordu.  Bazen odalarında küçük tüp üzerinde tavuk pişiriyorlar, bazen sucuklu yumurta yapıp yiyorlardı. Bütün bunlar Zele yenge için bir macera gibiydi.   Hem heyecanlanıyorlar, hem de geliverirse yemek üstüne diye korkuyorlardı. Çünkü kayınvalideleri evde ki bütün yiyecekleri bir dolaba kilitler anahtarını da koynunda taşırdı. Kilitli dolapta kışlık hazırlanmış kavurmalar, sucuklar, yumurtalar, kaşar peynirleri, hatta ekmekleri bile bu dolapta kilitliydi. Kayınvalide istediği zaman çıkarır yemek yapılacaksa yapılır;  gerisin geri kilitlenir ve anahtar koynuna sokulurdu. Nazik gelin; saklıca kocasına aldırdığı yiyecekleri odasında saklar, fırsatını buldukça ortaya çıkarırdı.

     Yemekleri kayınvalide gözetiminde gelinler yapardı. Tencereye konulan yağa karışır, çok ya da az koydun diye her seferinde azarlayarak asık suratla beceriksizlikle suçlardı. Doğranan soğanları, ayıklanan sebzeleri beğenmez, onları yetiştiren ailelerine, terbiye verememiş annelerine kızardı. Gelinler ellerinden geldiğince sessiz, saygılı aynı zamanda dikkatli denileni harfiyen yerine getirdikleri halde, mutlaka bir kusurları bulunurdu. 

     Bir arada oturup yemek yemek, gelinler için işkenceydi sanki. Her zamankinden farklı et veya sevilen bir yemek piştiği zaman gelinlerin sofraya oturmaması için, olmadık bahanelerle mutfağa gönderilir, hiçbir şey bulamazlarsa ‘’Un helvası yapın, sofradan kalkmadan getirin’’  denirdi. Sofraya oturabildiklerinde ise, kayınpederin tekelinde ki ekmekler ince ince kişi sayısı kadar dilimlenir, ikinci dilimi istenirse keserdi. Gelinleri konuşamadıkları için ikinci bir dilimi asla isteyemezlerdi. Sofradan yarı aç kalkarlardı her zaman. Ekmekler yine dolaba kilitlenirdi. Zaten gelinlerin yedikleri lokmalar göze batardı hep. Kayınbaba, kayınvalide bakışlarıyla lokmaları sayar, gelinleri ezdikçe ezerlerdi. Kocaları farkında değilmiş gibi davranırlardı olup bitenin. Böyle olması gerekiyor diye ses çıkartmıyorlardı. Dahası anne babasıyla bir olup karılarına demediklerini bırakmıyorlardı. Annelerinin dolduruşuna gelip kendi odalarına çekildiklerinde karılarını dövüyorlardı. Nazik gelinin kocası, karısını haksız yere dövdüğünü anlayıp, sonraları dövüyormuş gibi gürültü çıkartarak odadaki yastıkları dövmeye başlamıştı. Yastıklardan çıkan pat pat seslerini duydukça kayınvalidenin keyfi yerine gelirdi dövüyor gelini diye.

     Yine bir gün sofrada kayınpeder sayıya göre, ince ince dilimlerken ekmeği, Nazik gelinin sabrı taştı. ‘’ Yeter artık!’’ diye bağırdı. ‘’Geldim geleli doğru dürüst ekmek yedirmediniz, insan yerine koymadınız’’ bağırıyordu avazı çıktığı kadar sinirinden titreyerek devam ediyordu. ‘’Yeter kes şu ekmekleri kes kes, yiyen yesin, bu ne böyle bizde insanız. Üvey evlat gibi debizliyorsunuz bizi. Allah’ın ekmeğini bile kilitliyorsunuz. ’gelinin bu beklenmedik çıkışı, kayınpederle kaynanayı çileden çıkardı. Kayınpeder sofrayı ters çevirip, gelinini başörtülü saçlarından yakaladı. Tekme tokat herkesin içinde evire çevire dövdü. Ağzı burnu kan içinde odasına kaçtı Nazik gelin. Ne kocası, ne eltisi, ne kayınbiraderi ne de çocuklar bir şey yapamadı, babalarının yanında süt dökmüş kedi gibi baktı kaldılar…

     Gece odasının kapısını hiç açmadı. Kocası aşağıda annelerinin odasında yatmak zorunda kaldı. Ertesi sabah Nazik, çantasına koyduğu bir iki eşya ile aşağıya inerken kayınvalidesiyle karşılaştı.  Bütün kini ve nefreti ile bakan kayınvalidesinin ‘’Gidersen bir daha bu eve gelemezsin, oğluma kız mı yok?’’ diye bağırması üzerine kayınvalidesinin üzerine atlayarak, bütün sinirini çıkartmak istercesine eline geçirdiği bastonla iyice dövdü. Kayınvalide yerde inlerken kapıyı çekip çıkıp gitti.

     Zele yenge, odasında duyduğu gürültüye anlam veremezken, aşağıya indiğinde kayınvalidesinin tortop büzüldüğünü görünce anladı ki Nazik gitti… Dert ortağı arkadaşı, kardeşi bellediği Nazik gitti… Zele yenge yine yalnız kaldı.

     Günler sonra Nazik ’in kocası da karısının özlemine dayanamayarak o evi terk edecekti. Daha bir yıl bile dolmadan Nazik ‘in gidişi Zele yengede derin yaralar açtı, üzüntü içinde bıraktı. Kayınbaba, kayınvalide olanca şirretliği ile Zele geline etmediklerini bırakmadılar. Hiçbir zaman Nazik gelin gibi çekip gitmeyi düşünmedi.

     Kayınpeder felç geçirmişti. Felçli halinde bile bakımını üslenen gelinine hakaret etmeden duramadı. Kayınpederi, kayınvalidesi ölünceye kadar, saygıda kusur etmeden, karşılarında bir çift laf demeden baktı.  Kendi ömrü de geçip gitti. Yıllar sonra da kocasını kaybetti. Yüzünde ne sevinç, ne üzüntü, ne kaygı duygusal hiçbir ifade yoktu. Hep aynı bakış, hep aynı duruş. Çocukları da birer birer evden uçtu. Yıllardır aynı sokağı paylaştığı komşuları da gittiler o mahalleden. Kimi yeni bir ev aldı taşındı, kimi köyüne döndü, kimi daha iyi şartlarda yaşamak için şehir merkezinden ev tutup kiraya çıktı. Gidenlerin yerine başka birileri geldi. Gelenler sanki yıllardır bu sokakta yaşıyormuş gibi hemen ayak uydurdu. Zele yenge, giden komşularının farkına bile varmadı, gelen komşularına aldırmadı.

     Evinin duvarları döküldükçe, saçları ağarıyor, kapıları, pencereleri eskidikçe yüzündeki çizgiler derinleşiyordu. Nüfus memurunun otuz yıl önce yazdığı yaşına yeni ulaşıyordu ama yaşından otuz yıl önce gidiyordu yüzü, gözü, bedeni vücudu.

  Çocukları kaç kere alıp götürmek istediler yanlarına gitmedi. Evinin,  sokağının dışındaki dünya onu ürkütüyordu. Kendi dünyasından başka yerde nefes alamayacağını sanıyordu Çocukları arada bir evine uğruyor, gıda ihtiyaçlarını görüyorlardı. Dünyadan elini eteğini çoktan çekmişti.

     Yıllar sonra Nazik gelin ziyaretine geldi Zele yengenin. Eski çileli günlerini, neşeli günlerini anlattılar… Anlattılar… Nazik gelin bir ara kaynanasını nasıl dövdüğünden bahsetti. ‘’Hak etmişlerdi ama’’ diye de kendini savundu. ‘’Duydun mu? ‘’ dedi Nazik gelin ‘’Televizyonlar gösterdi, gazeteler yazdı. İki elti bir olmuş, kaynanasını, kayınpederini, kocalarını öldürmüş’’ devam etti Nazik gelin ‘’ Onlarda biz gibi dayak yemişler, hakarete uğramışlar, dışarı bile çıkmalarına izin verilmemiş, Allah yüzümüze baktı da elimizi kana bulamadık’’

     Zele yenge, şimdiye kadar hiç tepki vermemişti Nazik gelinin anlattıklarına. Şimdi ise ağlıyordu. Hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlıyordu. Gün görmeden geçip giden gençliğine mi? Ağlıyordu. Eski anıların içini yaktığına mı ağlıyordu? Yoksa gelinleri tarafından öldürülenlere mi? Ağlıyordu. Ya da cinayet işleyecek kadar bunaltılan gelinlere mi ağlıyordu. Ağlıyordu işte…