Doktora yaptığım sıralarda Erzurum’a sık sık gider gelirdim. Bu vesile ile bende Erzurum’la ilgili çeşitli hatıralar vardır. Bunları hiç unutamam. Gerçek bir alim olmasının yanı sıra, yüksek ahlâkı ile de nümûnei imtisal teşkil eden hocam Prof. Dr. Orhan Okay, sohbetine doyum olmayan Naim Hoca, bilhassa da İsmail Emmi bu hatıraların merkezini teşkil eder.     Bu yazıda sizlere İsmail Emmi’den onun bir vasiyet suretinde, bizlere emanet ettiği bir görüşünden söz etmek istiyorum. Dolayısıyla bu mübarek Ramazan’da hem onun ruhunun şâd olması için, hem de bereketli ömrünün muhassalasını teşkil eden bu son cümlesini, hikâyesi ile birlikte sizlere nakletmek lüzumunu duyuyorum. Çünkü onun bana/bize naklettiği o sözler, o ilkeli hakikatler, ağır bir vebal gibi hâlâ daha üzerimde duruyor.   Nitekim bir sohbeti sırasında demişti ki: “Oğul!.. Ben bu hususta belki yetkili biri değilim. Fakat nihayetinde işimin ve sanatımın, altmış yılı bulan okumalarımın beni ulaştırdığı sonuç da budur. Dolayısıyla bu sonuç hem bana mahsus bir içtihat gibi, hem de benim size veya sizlere bir vasiyetim gibidir.”   Peki bizim üzerimizde böyle ürpertili tesirler bırakan İsmail Emmi kimdir? Bunu sizin de merak ettiğinizden eminim. Fakat İsmail Emmi o kadar da meçhul biri değil. Onu Erzurum’da üniversite camiası gayet iyi tanır. Gazeteciler, televizyoncular da aynı şekilde. Ancak sizin İsmail Emmi’yi daha iyi tanımanız için Mustafa Kutlu’nun onunla yaptığı mülâkatlardan oluşan bir kitabını size tavsiye edebilirim. Kitabın adı, İsmail Emmi ile Tarih Sohbetleri mi idi? Şimdi tam olarak hatırlayamıyorum. O kitap Dergâh yayınları arasında da çıkmıştı.   İsmail Emmi’nin Erzurum’daki lâkabı Boyacı İsmail Efendi!.. Boyacı, fakat bildiğimiz boyacılardan değil. Onun işi gücü, sanat cami içi bezemeleri ve nakışları yapmak!.. Ayrıca da cami içi hatları duvarlara, kubbelere döşemek!.. Bu işi hayatının aşkı, ideali seviyesine yükseltmiş birisi. Nitekim Erzurum’a gidip geldiğim yıllarda onu arar sorardım. Her seferinde de içi iskelelerle örülü camilerin en tepelerinde, yani kubbelerde çalışır görürdüm. O boşlukta kuşlar par par kanat çırpar, İsmail Emmi 70-80 yaşlarında halsiz, mecalsiz vücuduyla kendini unutmuş, öyle çalışırdı. Öyle bir çalışması vardı ki onun, insan bakar bakar da lâl ü ebkem kesilirdi.   Bütün bu anlattıklarım, bu sanatlar İsmail Emmi’nin bir yanı!.. Onun bir de yazan değil, okuyan bir yanı vardı ki şaşarsınız. Sanki bir hafız-ı kütüb idi. İslâm Tarihi, Osmanlı-Selçuklu tarihi ve bilhassa da son yüzyıla ait siyasi tarih hemen bütünüyle mahfuzatı arasında idi. İsmail Emmi’yi daha iyi tanımanız için, onun Sebilürreşat ekolünün son temsilcilerinden biri olduğunu da buraya kaydedeyim. Bu bakımdan Mehmet Akif’e öyle bir hayranlığı vardı ki ancak bu kadar olur derdiniz.   İşte İsmail Emmi gündüzleri camilerin tavanlarında, ikindi sonralarında Hemşin Pastahanesi’nde dostları ile sohbette!.. Akşamları da geceler boyu uzun okumalarla meşgul. Yani ömrü böyle geçiyor garibimin!   İşini, sanatını ve okumasını bir terkibe dönüştüren, burdan da kendine mahsus İslâmi bir tefekküre yükselen bu adamın zihnine, nihayetinde bir soru düşmüş!.. Bu sorunun cevabını da kimselere sormadan, kendi başına vermek istemiş!.. Kaldı ki sorsa bile, onun sorularına kendinden başka kim cevap verebilirdi? Müftüler mi, vaizler mi, yoksa üniversitenin malûm bazı hocaları mı?   Şüphesiz İsmail Emmi, zihnine takılan o soruyu tarihçilerle, ilâhiyatçılarla gene de konuşmuş, tartışmış olmalıdır. Fakat ona yeter mi bunlar? İllâ kendi macerasını kendisi yaşayacak, kafasındaki ukdeyi çözmeden de asla rahat edemeyecek. İşte bu yüzden İsmail Emmi öyle bir karanlığa dalmış ki, içinden çıkılası gibi değil!..   Fakat işte, şimdi bize, uzun yıllar devam etmiş o tetebbuatının sonuçlarını arz ediyor. Büyük bir hakikati keşfetmiş gibi kendinden emin, fakat asla mağrur da olmayan bir eda ile konuşuyor, konuşuyor!.. “Bu benim bir nevi “içtihadım” gibi, bir nevi sizlere “vasiyetim” gibi sözler söylüyor. Biz bu sözlerden biraz şaşkın, tarihi bir tebliğe muhatap olmuş gibi, ürpertili bir dikkatle onu dinliyoruz.   İsmail Emmi’nin kafasına takılan; cami kubbelerine veya duvarlara yazılan iri, büyük ve daireler halinde yerleştirilen Hulefa-i Raşidin’in isimleri!.. Bu isimleri biz ne zaman yazmaya başladık? Öyle de, Müslümanlar arasında neden bir mutabakat da görülmüyor? İsmail Emmi’nin her gün yaptığı işleri arasında duyduğu derin acı bu!.. Sünni-Şii camilerin farkı da burdadır.   Sonra o bu konuyu, kendi kendine çok düşünmüş. Siyasi, tarihi ve dini ihtilaflar arasında, İslâm Camiinin nasıl olması ve nasıl bi imaj uyandırması lâzım geldiği hususunda kendi kendine bazı sonuçlara ulaşmış. İşte o ulaştığı sonuçları vazediyor bize.   Hem bu din, hem bu camiler, ilahi tevhidin bütün tarihini şâmil bir görünüm arz etmelidir. Yani İslam kendinden önceki bütün peygambeleri tebcil ettiği gibi, kendinden önceki tevhidi çizgiye de bütünüyle şamildir.   Peki biz İslâm’ın bu en şumûllü yanını, İslâm Camisi üzerinden, şarka-garba nasıl tezahür ettirebiliriz? İşte İsmail Emmi bunun sırrını keşfetmişlerden birisi!.. Sonucu başka bir yazıda!