ÇOCUK GELİNLER –Son-

 

Bir Çocuk Gelinin Anlattıkları

 

Cenaze konvoyu ile köye doğru ilerlerken farklı duygular yaşıyordum. Doğduğum köydü. Neredeyse yirmi yıldır görmemiştim. Yine de içimde en küçük bir heyecan yoktu. Bir süre sonra köye varmıştık. Arabayla köyün içinden geçerken etrafa boş gözlerle bakıyordum. Her şeye ne kadar yabancı olduğumu düşünüyordum. Hatta herkese… Tanıdık bir yüz bulacağımı sanmıyordum zaten… 



İnsanların değiştiği gibi köy de değişimden payını fazlasıyla almıştı. Bir zamanlar buralarda lastik ayakkabılarla amma da koşturmuştum. Bir evimiz vardı. Dört kardeştik. En büyükleri ben… Sonra iki erkek kardeş, en küçüğümüz de Cemile… Erkekler taşı toprağı altın diye İstanbul’a göçtüler. Cemile de evlenip Anadolu’da başka bir şehre gitti… Babamın ölümünden sonra annemi de yanına alınca kimse kalmadı burada… Sonra evi de sattıklarını duydum.



Cenazeyi taşıyan araba köy camisinin önünde durdu. Diğer araçlar da uygun bir yer bulup park etti. 



Araçtan inerken bacaklarım tutulmuştu. Erkekler tabutu caminin bahçesine taşırken ben de biraz yürümek istedim. Köy oldukça değişmişti. Yeni evlerin yapılmasıyla daha da büyümüştü. 



--İlknur?

Başımı çevirdiğimde bir kadınla karşılaştım. Tanıyamadım. O da anlamıştı kendisine bir yabancı gibi baktığımı…

--Kız, beni tanımadın mı? Hacer, ben… Senin çocukluk arkadaşın…

Tanımadım gerçekten de… Neredeyse elli yaşına merdiven dayamış, oldukça kilolu bir kadın duruyordu karşımda… Çocukluk arkadaşım Hacer’e hiç de benzemiyordu. Bozuntuya vermedim.

--Tanımaz mıyım, aşk olsun. 

Birbirimize sarıldık. Neden hiçbir heyecan duymadığımı bilmiyordum.

--İlknur, başın sağ olsun. Bekir Abi daha çok gençti. Valla çok üzüldüm. 

--Dostlar sağ olsun. 


--Çok iyi adamdı. Mekânı cennet olsun.

--Ya… Öyleydi.


--Sen de bu genç yaşında üç çocukla dul kaldın. Sana da yazık oldu.

--Ne yaparsın. Takdir-i ilahi… Kaçılmıyor.


Yorgundum. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilemiyordum. Hacer de sürekli sorular soruyordu. Bunalıyordum. Kaçmak istiyordum ama nereye kaçabilirdim ki…

--Hacer… Daha bir süre buradayım. Görüşürüz.

--Tamam. Bugün senin çok işin olur. Ne de olsa acılısın. Ama yarın filan görüşelim ha… Bunca zaman görüşmedik, özledim.




Olur, der gibi gülümsedim. Ama bu bilinen gülümsemelerin çok uzağında bir şeydi.

Otuz yıllık kocam… Caminin bahçesindeki musalla taşının üzerinde yeşil örtüye sarılmış bir tabutun içinde sessizce yatıyordu. Başucunda büyük oğlum duruyor, babasına sessizce dua ediyordu. Ben ise caminin bahçe kapısında bekliyor, bu manzarayı seyrediyordum. 



       Uzun zamandan beri şehirde yaşıyorduk. Ama o illa buraya, köyüne gömülmek istedi. Şehir yerindeki mezarlıkta rahat edemezmiş. Yattığı yerde kemikleri sızlarmış. Hem anasının ve babasının mezarına yakın olursa öteki tarafta kendisini karşılayabilirlermiş. Vasiyeti böyleydi. Dediğini yapmazsak bize hakkını helal etmezmiş. Karşı çıkamazdık. Son zamanlarında çok çekti rahmetli… Kanser illetiyle çok boğuştu ama sonunda musalla taşına yatmaktan da kurtulamadı. 



      Hiç tanımadığım kadınlara sarıldım. Hiçbir ortak noktamız olmayan insanlarla ayaküstü sohbetler yaptım. Hepsinin karşısında üzgün duruyordum. Ama gerçekte ne kadar üzgün olduğumu bilmiyordum. İçimde yaşadıklarımı henüz tahlil edemiyordum.



       Öğle namazından sonra Bekir’i köy mezarlığında toprağa verdik. Benim için çok zor bir andı. Pek çok kişi gözyaşları içinde ağlarken ben sadece eşarbımla yüzümü kapatıyordum. İçimden ağlamak gelmiyordu. Zorlanıyordum.



      Tekrar köye döndüğümüzde Bekir’in baba evinde misafir ettiler bizi… Bir zamanlar gelin geldiğim evde… Anne ve babası öldüğü için burada küçük kardeşi kalıyordu. Askerdeyken birine tutulmuş sonra da onunla evlenmişti. Kayınbiraderim de eltim de iyi insanlardı. Aralarında birkaç yaş fark vardı. Zaman zaman şehre geldiklerinde bizde kalırlardı.



Bekir’in duası bu evde oldu. Baş sağlığına gelen insanlar gece yarısına kadar eksik olmadı. Sonra da geç saatte çocuklarla birlikte bize verilen odada yattık. Ama ben ne kadar yorgun olsam da uyuyamıyordum. Bu evde çok hatıralarım vardı.

Çok acılarım… Çok gözyaşlarım… Çok kayıplarım…



Ertesi gün de köyde kaldık. Gelen giden eksik olmuyordu. Kimi başsağlığı için kimi de bizleri merak ettiği için geliyordu. Ama çocukların işleri vardı ve bir an önce eve dönmemiz gerekiyordu.



O gün kahvaltıdan sonra mezarlığa gideceğimi söyledim. Son bir ziyaret için… Çocuklar da gelmek istedi ama ben tek başıma gitmek istediğimi söyleyince itiraz edemediler. Hazırlanıp ağır adımlarla köyün dışındaki mezarlığa kadar yürüdüm.



Bekir’in mezarına geldiğimde bir süre karşımdaki toprak yığınına boş gözlerle baktım. Sonra da dizlerimin üzerine yere oturdum. Tüm hatıralar sanki bu anı bekliyor gibi teker teker gözlerimin önüne gelmişti. Geçmişte o kadar çok sessiz çığlıklarım vardı ki, o kadar susmuştum ki… İçimde bir fırtına yaratmıştı bu çığlıklar, bu deli suskunluklar… Karşı koyamadığım, uzun yılların birikimi olan güçlü bir fırtına vardı içimde…



Ve bu fırtınanın tam da ortasında kalmış on üç yaşında bir kız çocuğu… 

--Ben geldim, Bekir… Seninle konuşmaya geldim. Sana geçmişin hesabını sormaya geldim.



Bir süre bekledim. Onun bana cevap vereceğini düşünüyordum sanki…

--Yine buradayız, Bekir… Yine bu köydeyiz. İkimizin de doğup büyüdüğü köyde… Mutlu musun, ha… Hep annenle babanın yanına gömülmek istiyordun, değil mi. İşte, istediğin oldu. Umarım buluşmuşsundur onlarla... Belki de sana olan görevlerini layıkıyla yerine getirdiklerini konuşuyorsunuzdur. Öyle ya, seni everdiler, yuvanı kurdular. Çoluk çocuğa karıştırdılar. Daha ne olsun, değil mi?

Sanki karşımdaydı. Sanki bir cevap bekliyordum ondan…

--Seni everdikleri kişi on üç yaşında bir kız çocuğuydu. Onu kendine nasıl karı yaptın be… Sonra da nasıl insan içine çıktın. Biliyor musun, sen benim hayatımı mahvettin. Ben sana Abi diyordum, be... Bekir Abi, diyordum. Kocaman adamdın çünkü… Üstelik de bazı akranlarımın senin yaşında babası vardı. Ya da senin yaşındaki insanların benim yaşımda kızları vardı. Nasıl kıydın bana… Ha… Bunu nasıl yapabildin. Umutlarımı, duygularımı nasıl öldürdün, Bekir… Ben daha çocuktum yaa… Daha on üç yaşındaydım. Çocuğun yaşındaydım. Eğer ilk evlendiğin kadın sana çocuk verebilseydi benim yaşımda çocuğun olacaktı.



İçimdeki fırtına yavaş yavaş beni teslim almaya başlamıştı. Bir yerleri yıkmadan da durmayacaktı.



-- Henüz oyun çağındaydım. Ama buna bile hakkımız yoktu bizim... Hele de okumak bizim neyimize… Kız kısmısı okuyup da ne olacak. Otursun evinde iş yapsın, kardeş baksın. Kıçımın üstüne oturamadım ama yine de kimseye yaranamadım. Hiçbir zaman gün yüzü görmedim baba evinde… Sürekli dayak yedim. Bir gün isyan ettim. Beni niye dövüyorsunuz, ben ne yaptım, dedim. Senin iyiliğin için dediler. Daha iyi yetişmen için… Ben çok dayak yedim, Bekir… Hepsi de benim iyiliğim içinmiş. İyi yetişmem içinmiş. Demek ki dayaklar işe yaramış ki sizinkiler beni beğenmiş. Baban beni babamda istemiş. Fiyatta anlaşıp beni size satmış. Aynı günün akşamı babam normal bir şey anlatır gibi söyledi. Heyecansız bir şekilde… “Seni Durangillerin Bekir’e verdim” dedi. Önce hiçbir şey anlamadım. Boş gözlerle anama baktım. “Seni everiyoruz, kızım” dedi. Bunu söylerken de gülümsüyordu. O an ilk aklıma gelen şey; belki orada daha az dayak yerim, oldu. Anam mutluydu. Kızını everiyordu. Babam mutluydu. Namusuma bir şey gelmeden koca evine gidiyordum. Hem bir boğaz eksilmişti. Üstelik para da almıştı. Onun için karlı bir anlaşmaydı.



Bir süre sustum. Aslında içimde biriken öfkeyi bastırmak istiyordum.

--Bizim nikâhımızı kıyan o imamı asla affetmeyeceğim. Bana baktığında yaşımın küçük olduğunu söyledi. Sandım ki itiraz edecek. Sandım ki nikâhımızı kıymayacak. “Anasının, babasının rızası var mı” diye sordu sadece… Bana hiçbir şey sormadı. Sonra da beni davulla, zurnayla senin koynuna soktular. Düne kadar evcilik oynarken bir anda evlilik oyunu oynamaya başladım. 



Dudaklarım titriyordu. Duygularım öylesine yara almıştı ki…

--O gece… İlk kez baş başa kaldığımız o gece senden çok korkmuştum. Hayatımda ilk kez yabancı bir erkekle yalnız kalıyordum. Yapma diyordum. Yapma… Sen acımasızca yüreğimi yırtıyordun. O zaman Baba diye bağırdım. Neden bilmiyorum ama onun adını haykırdım. Sandım ki gelip beni kurtaracak. Sandım ki bu işkence bitecek. Bitmedi. Üstelik daha da arttı. Babam hiçbir zaman gelip beni kurtarmadı. Bedenime o hançer acımasızca saplandı.



O anlar gözümün önündeydi. İçim acıyordu. Mezarın üzerinden bir avuç toprak alıp avucumda sıkmaya başladım. İçimdeki öfke dinecek gibi değildi. 

--Koca koca insanların bile sürdürmekte zorlandığı bu evlilik denen şeyi ben çocuk başıma nasıl sürdürebilirdim ki. Elbette ki zorlanıyordum. Daha az dayak yerim diye geldiğim evde dayaksız günüm neredeyse olmuyordu. Baba evine dönmek istedim. Dayanamıyordum artık. Bir gün gizlice gittim. Durumumu babama anlattım. Ağlıyordum. Ama babam dinlemedi beni... Sen artık onların malısın, dedi. Kapıyı yüzüme kapattı. Bir maldım ben, babamın gözünde… Parayla satılan bir mal…



Bir süre sustum. Öfkemi engelleyemiyordum. Sonra da haykırdım.

--Bekir…! Babamı görürsen ona selam söyle… Bak, orada yatıyor. Şu ağacın dibinde… Ona hakkımı helal etmediğimi söyle… Beni bu dünyaya getirdi ama acımadan birine sattığı için affetmeyeceğimi söyle… Tamam fakirdi. Cahildi. Ama ne olursa olsun hiçbir baba çocuğunu böylesine mal gibi satamaz. Satmamalı… Bunun zenginlikle ya da fakirlikle hiçbir alakası yok. Bunun okumuşlukla ya da cahillikle de alakası yok. Bunun adam olmakla alakası var sadece… Eğer bu hayatta bana bir şeyi değiştirmemi isteseler; tek bir şeyi… Babamı değiştirmek isterdim. Bunu ona söyle… Böyle bir adamın kızı olduğum için utandığımı söyle…



Bir süre sustum. Ama içimdeki sesler susmuyordu. Geçmişin izleri sürekli karşımdaydı. Kolay kolay silinmiyordu.



--Sandım ki daha az dayak yiyeceğim. Sizin eve gelin gelmiştim ama her işe beni koşturuyorlardı. Her işte yabancıydım, acemiydin, çocuktum. On üç yaşındaydım, Bekir... Anan dövdü, baban dövdü. Hem de senin gözlerinin önünde… Daha 15 günlük gelindim, sen dövdün. Hem de herkesin gözü önünde… Akranlarım oyun oynarken ben küçük bir evin içerisinde hapistim. Tüm kardeşlerine, annene, babana hizmet etmek zorundaydım. Gelin değil, köleydim. Yemek yapamadığım için dayak yiyordum yaa… Sonra da daha yemek yapmasını bile bilmeyen birinden anne olmasını istiyordu, anan olacak kadın… Sana soruyorlardı ne zaman torunumuzu kucağımıza alacağız, diye… Kimse bana bir şey sormuyordu. Daha çocuktum ben… Benden gelin olur mu be, benden senin yaşında birine karı olur mu be… Benim anneye ihtiyacım varken benden anne olur mu, be…!



O anlar gözümün önüne geldikçe dudaklarımı ısırıyordum. Ama hepsi karşımdaydı. Kaynanam, kaynatam, kocam… Hatta babam olacak o adam… Onların karşısında ezik durmak istemiyordum. Ağlamak istemiyordum. İçime akıttığım gözyaşlarımı görmelerini istemiyordum.



--Gündüzün ayrı bir işkence çekiyordum, gece ise ayrı… Sen bana tecavüz ediyordun. Hani tecavüz suçtu. Hani bunun cezası büyüktü. Bana yapılan bu tecavüz bile meşruydu. Çünkü herkes buna seyirci kalıyordu. O dini bütün insanlar, komşular, akrabalar… En kötüsü de annem, babam… Çünkü benim varlığımdan kimsenin haberi yoktu. Varlığı olmayan birinin ne hakkı olabilirdi ki, değil mi. O anlarda devlet de yoktu, kanun yoktu. Çığlıklarımı duyacak kimse yoktu.



Bacaklarım iyice uyuşmuştu. Ayağa kalktım. Sonra Bekir’in anne ve babasının mezarına baktım. Bir zamanlar bana hayatı zindan edenler biraz ötemde toprağın altında yatıyordu. Öylesine sessizlerdi ki… Sanki geçmişte yaşananlar onların suçu, günahı değilmiş gibiydi. Bir zamanların o heybetli insanlarından eser kalmamıştı.

Kaynanamın mezarına bakarak konuşmaya başladım.



--Biliyor musun, Bekir… Bir gün anana sordum. Neden daha yetişkin bir gelin almak varken benim gibi bir çocukla oğlunu evlendirdin, diye… Bana ne cevap verdi, biliyor musun? “Ben kendi gelinimi kendi isteğime göre yetiştireceğim.” Bunu söyledi. Yani kadın sana eş almamış, öncelikle kendisine gelin almış. Her seferinde; ağaç yaş iken eğilir, derdi. Beni küçük yaşta aldı ki istediği gibi eğite… Kendi kafasına göre… Sonrasında başıma buyruk olabilirmişim, büyük lafı dinlemezmişim. Kendisi de çocuk yaşta evlenmiş. Kendisi de çok çile çekmiş. Buna rağmen ders almak yerine aynı çileyi bana da yaşatmaktan çekinmedi. 



Dişlerimi sıkar gibi konuşuyordum. İçimde biriken öfke beni yönlendiriyordu artık…

--Çocuk gelin… Bu sözü söylemek bile acı… Ben asla büyümedim, Bekir… Asla… Hep o çocuk gelin olarak kaldım. Hani biri öldüğünde hep aynı yaşta hatırlanır ya, ben de o evlendiğim gün öldüm. Bir daha da büyümedim. Beni sizler öldürdünüz, Bekir… Sen, anan, baban… Bir de benim babam… Benim katilim sizlersiniz. Kız çocuğunun bir an evvel başını bağlamak lazım derdi, babam… O zamanlar bunun ne demek olduğunu anlamazdım. Kendi cinsinizden birinden gelecek bir namussuzluğa maruz kalmamak için bir an evvel beni seninle evlendirdiler. İşte şurada yatan adam benim başıma gelebilecek herhangi olumsuz bir şeyden kurtulmak için başından savdı beni… Beni sana sattı. Asıl namussuzluğu kendisi yaptı.

Sesim titremeye başlamıştı.

--Zihnimin bir yerinde hep o on ü

ç yaşındaki İlknur’u görüyorum. Neşe içinde oyun oynarken… Sonra hoyrat eller onu alıp karanlık bir dünyaya sürüklüyor. Dayak yiyor, ağlıyor. Hor görülüp aşağılanıyor. Ve tecavüze uğruyor. Üstelik de meşru bir şekilde… 



Bir süre sustum. Gözlerimi yumdun. Beynimdeki görüntülerden kurtulamıyordum. İstiyordum ki o gülümseyen İlknur yeniden karşıma gelsin. Gülsün, oynasın.

--Sürekli ağlıyordum. Sürekli korkuyordum. İntihar etmeyi bile düşündüm. Canıma kıyacaktım. Ama bu o kadar da kolay değil. İnsanın kendi elleriyle canına kıyması hiç kolay değil. Zaten bir sene sonra hamile kaldım. Kendim henüz çocukken bir de anne olacaktım. Sürekli oğlum olsun diye dua ediyordum. En azından erkek çocuklar biraz daha şanslı oluyorlardı. Kendi kaderlerine hükmedebiliyorlardı. Dualarım kabul oldu. Oğlum olmuştu. İlyas’ım dünyaya gelmişti. Kısa bir süre de olsa bana insan muamelesi yapmıştınız. Yani o dönemde dayak yemedim. Ne de olsa size bir erkek evlat vermiştim. Ama çocuk bakmasını bilmiyordum. Sanıyordum ki karnını doyuracağım, altını temizleyeceğim, bir de uyutacağım. Oysa çocuk büyütmek o kadar da kolay değilmiş. Bu sefer de iyi anne olamadığım için yeniden dayak yemeye başladım. Hem de çocuğum kucağımdayken, hem de çocuğuma süt verirken… 15 yaşında anneydim ve senin annen daha lohusayken beni dövmeye başladı, Bekir… Bak, şu an senin yanında yatıyor. Söylesene ha… Söylesene… Ona hakkımı helal etmeli miyim sence… Üstelik de sürekli namaz kılıyordu, orucunu tutuyordu. Yani dini bütün biriydi, değil mi. Sence anan cennet yüzü görebilir mi, Bekir…



Kaynanamın mezarına sitemle bakıyordum. O hak dünyada ben yalan dünyadaydım. Yaptıklarının hesabını elbette ki verecekti. Yine de yürekten hakkımı helal etmiyorum, diyemiyordum. Ne de olsa o da çekmişti benim çektiklerimi… Belki bu şekilde hayattan intikam alıyordu. Belki de kendi doğrusu buydu. Ama babası için aynı şeyi söyleyemiyordum. Yüreğimde ne kaynatam için ne de kendi babam için hiçbir acıma hissi yoktu. Onları affetmeyecektim.



--Aradan iki sene geçmeden Salih’i doğurdum. Salih biraz daha şanslıydı. Ne de olsa bu konuda bir şeyler öğrenmiştim. Eski acemiliğim kalmamıştı. Ne de olsa on yedi yaşında vardım. Gücüm kuvvetim yerindeydi. İki çocuk anasıydım ama daha fazla çalışıyordum artık… Daha çok hakarete uğruyordum. Ama en azından anamı görebiliyordum istediğimde… Duydun mu, Bekir… Anamı, kardeşlerimi görmeyi bile benden esirgediniz. Allah sizi bildiği gibi yapsın, he mi?



İçimde yılların birikimi vardı. Susmuyordum. İlk kez hesap soruyordum. Daha doğrusu içimde farklı duygular yaşıyordum. Hepsi bir aradaydı ve ben hepsine birden konuşuyordum. O kadar kendimdeydim ki kimse bana cevap veremiyordu. Güçlü hissediyordum kendimi…



--Neyse ki bir süre sonra babanla anlaşmazlığa düştün de şehre taşındık. Gülsüm’üm şehirde doğdu. Güzel kızım benim… O doğduğunda söz verdim kendime… Bedenimi ona siper edeceğim. O benim gibi olmayacak. Benim çektiklerimi asla çekmeyecek, dedim. Sen şehirde de beni çocuklarımı ezmeye devam ettin. Ama İlyas’ım, Salih’im büyüdüğünde onların yanında bana el kaldıramadın artık… Çünkü onlar sana karşı çıktılar. İşte o zaman gücün tükenmişti, Bekir… İşte o zaman senden kurtulmuştum ben… İşte o zaman kendi gücümün farkına vardım. İşte o zaman sesimi çıkarmaya başladım. Çocuklarımı kendi istediğim gibi yetiştirmeye başladım. Onların kaderi bizimkilere benzemeyecek, Bekir… Onlar okuyacak. Büyük okullara gidecek. Senin, benim gibi cahil olmayacak. Bir yanlış olduğunda sessiz kalmayacak. Hem kendi haklarını, hem de başkalarınınkini koruyacak.



Bir süre daha kaldım mezarlıkta… İçimde biriken ne kadar sözcük varsa söyledim. Yine de tam olarak rahatlayamamıştım. Söyleyecek ya da hesap soracak o kadar çok cümle biriktirmiştim ki içimde… Yeterliydi ama… Bunca yıl sonra en azından hepsine haykırmıştım isyanlarımı…



Ne de olsa bunca yıllık kocamdı. Çocuklarımın babasıydı. O da babasından böyle görmüştü. Öğrendikleriyle yaşamıştı. Ben geçmişi unutmayacaktım. Bana yaşattıklarının izlerini sürekli yüreğimde taşıyacaktım. Ama yine de affetmek istiyordum onu... İçimden bir ses bunu söylüyordu bana… Ellerimi açıp bir süre dua ettim. Hatta kaynanama da…



Ama o iki kişiyi asla affetmeyecektim.



Çocukların yanına geldiğimde kendimi daha iyi hissediyordum. Üzerimdeki ölüm kokusunu atmıştım. 



Artık gitme vakti gelmişti. Oradakilerle vedalaşıp çocuklarımla birlikte arabaya binip köyden ayrıldık.



Yolda çocukların sitem dolu sözlerine aldırmıyordum.



--Babam için biz de dua edebilirdik, anne. Neden izin vermedin?



Acı acı gülümsedim.



--Ben hepinizin yerine bol bol dua ettim, çocuklar... Hatta dedelerinize de… 



Gülümsememi görmelerini istemiyordum.



Özcan KIYICI’ya teşekkür ederim.