Büyüme dönemi padişahlarıyla şeyhülislâmların (ve de âlimlerin) muhteşem bir birlikteliği vardı. Şeyhülislâmlar, sadrazamların bile her istediklerinde ulaşamadıkları padişahlara kolayca ulaşır, söylemeleri gerekeni hiç sakınmadan, yüksünmeden söylerlerdi. Bu çerçevede, Zembilli Ali Cemali Efendi, Yavuz gibi öfkesi burnunda bir padişahı tehdit edebilmiş, fermanını geri aldırabilmişti. Bir bakıma buna mecburdular: Zira padişahı ikaz edip yanlışlardan uzak tutmak gibi ağır bir sorumlulukları vardı. Bu sorumluluğun gereğini, bazen şaka ile karışık sözlerle yerine getirirlerdi. Aşağıdaki rivayet buna güzel bir örnek teşkil ediyor. Kanûnî Sultan Süleyman, Hasbahçe’de (Topkapı Sarayı’nın bahçesi) dolaşırken, bazı ağaçları karıncaların sardığını görüyor ve şairliğini de konuşturarak, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi’ye fetva soruyor: “Dırahtı (ağacı) ger (eğer) sarmış olsa karınca, “Zarar var mı, karıncayı kırınca?..” (Ağaçları karınca sardı, onları öldürmemde bir günah var mı?) Aslında Kanuni de biliyor işin aslını, yine de Şeyhülislâm’dan görüş istiyor: Ne de olsa, kanunlara uyma konusunda kılı kırk yaran ve bu titizliği sayesinde “Kanuni” unvanı alan bir Padişah’tır! Sorduğu adam (Zembilli Hoca) da hatırı sayılır bir şairdir: O kadar iyi bir şairdir ki, Padişah’ın şiirsel sorusuna aynı ölçü, aynı kafiye ile cevap veriyor: “Yarın Hakk’ın divanına varınca, “Süleyman’dan hakkın alır karınca.” Demek istiyor ki, bir şekilde karıncaları bertaraf edebilirsin, ancak mahşerde bunun için hesaba da çekilirsin… Yani, “helâle hesap, harama azap var!” Şimdi sorulması gereken önemli soru şu: Karınca öldürmenin hükmünü soracak kadar Allah’tan korkan ve bunun için fetva soran bir Padişah, nasıl olur da “haksız” yere oğullarına kıyar? Nasıl olur da “kadın düşkünü” bir iradesiz olarak ekrana yansıtılır? Başbakan’ı isyan ettiren işte budur! Halk kendini toparlayıp izlemekten vazgeçsin, hiç olmazsa bu konuları izlemekle görevli kurumlar (meselâ RÜTÜK) devreye girsin diye beklemiş, olmadığını görünce de patlamıştır: “Benim ecdadım böyle değil!” Padişahların haremde “zevki sefa” ile vakit geçirdikleri şeklindeki iddialar, Cumhuriyet döneminde sürekli vurgulanmış, hatta Cumhuriyetin onuncu yıldönümü münasebetiyle yayınlanan “Nasıldı, Nasıl Oldu?” isimli kitapta (Vedat Nedim Tör ve Burhan Asaf imzalı bir devlet yayını), Osmanlı padişahları hakkında şöyle deniyor: “Padişahlar, sarayın dört duvarı içinde soysuzlaşmış zulüm ve sefahet mirasyedileridir… Sultanlar içinde millet davası, kendi aile menfaatlerini kurtarmak için pazara çıkarılan bir metadan (maldan) ibaretti. Sultanlar millete inanmazlar, milletin gelişmesini istemezler, millette beliren her türlü uyanıklık hareketlerini bir kan deryasına boğarlar, kuvvetlerini milletin şuurundan ve sevgisinden değil, milletin cehaletinden ve korkusundan alırlardı.” Sultan II. Abdülhamid’den şöyle bahsediliyor: “Uyanık gençliği boğan, zindanlarda çürüten Yıldız Baykuşu Kızıl Sultan Abdülhamit.” Sultan Vahideddin’in fotoğrafının altındaki yazı ise şöyle: “Tahtını kurtarmak için memleketini satan Sevr simsarı vatan haini Vahdettin.” Anlayacağınız iftiralar bugün başlamadı, sadece aradan geçen bunca yıla rağmen devam etmesi ilginç ve düşündürücüdür… “Efendim bu bir dizi, belgesel değil ki” diyerek, Başbakan’ı açık düşürmeye çalışanlara ise tek cümle söyleyeceğim: Eğir bir dizi, kalpleri acıtmaya başlamışsa, “dizi” olmaktan çıkmış, “sızı”ya dönüşmüş demektir! Milletini, özellikle de gençliğini sadece fiziksel saldırılara karşı değil, ruhsal ve zihinsel saldırılara karşı da korumak, başbakanların görevleri arasındadır. Kimse işi sulandırmaya kalkışmasın: Başbakan görevini yapıyor.