İslam dünyası çok karanlık bir dönemin aydınlığa çıkmak bakımından gerekli olan sancıları yaşamaktadır. Bu yüzden yapılan saldırılar bizi ümitsizliğe düşürmemeli… Malum; gecenin en karanlık ve soğuk zamanı aydınlığa en yakın zamanıdır. Umutsuzluk yok biliyorsunuz... Hani bir hikâye var ya; marangozun birisi Kudüs Haçlı işgalindeyken Kudüs için bir minber yapmış... (Bu minberi ünlü devlet adamı Nurettin Zengi’nin yaptırdığı da tarihi kayıtlarda geçmektedir) Bir götüren olur nasıl olsa, ben bu işi yapabiliyorum demiş… Büyük servetler teklif edilmesine rağmen kimseciklere de satmamış… Henüz çocuk olan Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudüs aşkı da bu olayla başlamış… İlgili minber 1969’da fanatik bir Yahudi tarafından çıkarılan yangına kadar da işlevini devam ettirmiş. (1187'de yerleştirilen bu ahşap minber, orijinaline uygun biçimde yeniden yapılarak camideki yerine konulmuştur. Yıl: 2007)

Herhangi bir gerekçeyle ana omurgaya düşman olan kimseler, bu misyona zarar veren tarafın değirmenine bilerek değilse bile bilmeyerek su taşımakta, millete hizmeti misyon edinmiş olanları baltalama girişiminde bulunanların değirmenine su taşımaktadır. Evet, bir binanın dış yüzeyinde çeşitli çatlaklar, döküntüler, matlıklar olabilir. Siz bunları misyon içerisine sızmış rantçılara benzetebilirsiniz. Binayı asıl taşıyan kolonlardır. Eğer kolonlar sağlamsa bina bir şekilde işlevini yerine getirir. Burada kolonlar üstlenilen misyonu-ana omurgayı temsil eder.

Bir de diğer seçeneği düşünün. Yani gayet cazip, gösterişli bir bina... Ama bütün bu güzellikle kolonlar, yani binanın taşıyıcılarının (misyonun) üzeri kamufle edilmiş... Elbette bina (dava-misyon) satılıncaya kadar ayakta kalacaktır. Bina satıldığında ise misyon da bitecektir. Böyle bir satışa, alışverişe taraf olmak ister misimiz... Tabii ki de birinci binadaki çatlaklar boya döküntüleri matlıklar olmasa iyi ama, sonuçta bir eve ihtiyacınız var ve şimdilik önünüzde satın alabileceğimiz bu iki seçenek varsa, sizi kendi paranızla tuzağa çekmek isteyene itibar etmemeniz gerekir.

O halde duruşunuz müstemlekecilere, millet hatta insanlık -medeniyet düşmanı olanlara dolaylı da olsa yardımcı oluyorsa bu işte bir yanlışlık var demektir. Lütfen küçük çıkar hesaplarınız, hırsınız, yaşadığınız kişisel mahrumiyet ve dışlanmışlıklar, hatta haksızlıklar sizi misyon düşmanlarının safına yakınlaştırmasın. Bazen biraz geriye çekilmek de mücadeledir. Yeter ki ruhunuzdaki hizmet azmi sönüvermesin. Sabırdır çünkü bu geriye çekiliverme... Siz yukarıdaki marangoz misali hazır bir vaziyette bekleyin. Bir gün ihtiyaç olabilir.

"II. Abdülhamit gitmeden bu ülke düzelmez" diyen; İslamcı, Turancı, ateist, mason, Makedon, Sırp, Ermeni ve Rum çeteciler hep beraber ‘ittihat’ etmişlerdi. Daha doğrusu Abdülhamit düşmanlığı kendilerini kör ettiğinden, birkaç yıl sonra çıkacak Balkan Savaşlarında sureti haktan gözükenler işte bunlarla işbirliği yaparak onların değirmenine su taşımışlardı. Abdülhamit onların istedikleri gibi sonunda gitmek zorunda kaldı. 9 sene içerisinde koskoca imparatorluk Turgut ÖZAL'ın deyimiyle bozuk para gibi harcandı.

Şimdi biraz da bugüne bakalım. En yaralayıcısı da 'gafil'lerinki... Sürekli FETÖ'yü örnek veririz ama o deşifre olmuş olanı... İçimizde kendisini akıllı zanneden, burnundan kıl aldırmayan, entelektüel entellektüel laflar eden o kadar çok gafil var ki... Ve de işbirliği içerisindeki siyasi çevreler…

İnsan için de en önemli olan şey; günü çözümlemek olmalıdır. Yani düşmanın 'oyun'a, 'oyunu'na alet olmamak... Basit bir oy tercihinden bahsetmiyorum elbette... Siyasette karşılığı oluyor bunların... 15 Temmuzda gösterdi kendisini… Ama hareket ordusunun hareketi 15 Temmuzda durduruldu, 31 Mart vak'asının aksine... Elbet onların utançlarından boyunlarını eğecekleri zaman da gelecek...

"Abdülhamid gitsin de ne olursa olsun" diyenler bir gün ne yapacakları konusunda karar veremeyince göz hapsindeki Abdülhamit’in kapısını çalarlar. Aradan dört yıl geçmiştir. Abdülhamit’in verdiği cevap; size istesem de yardım edemem, devlet dört seneyi değil, dört saati ihmal etmeyi kaldırmaz şeklinde olmuştur.

19 Temmuz 1909'da Ayasofya meydanında o zamanki Volkan Gazetesinin başyazarı Derviş Vahdeti, Mithat Paşa ile karşılaşır ve sorar; "Paşam! İstediğiniz oldu. Abdülhamid gitti. Şu an projeniz nedir, neler yapmayı düşünüyorsunuz?" Alınan cevap oldukça ilginçtir." Biz sadece Abdülhamid'i yıkmaya odaklanmıştık!." der...

Sultan Hamid hakkında malûm fetvayı hazırlayanlar içinde bulunan, tefsir sahibi Elmalılı Hamdi YAZIR; ''Hayatımda bu kadar ağır bir vicdan azabı çekmedim. Başıma ne geldiyse bunun manevî sillesidir. Gençlik saikasıyla bir iştir işledim...! " der... Der de; giden geri gelmez elbet... Son yüz yılda gidenlerin geri gelmediği gibi...

İsterseniz bir soruyla bitirelim; 15 Temmuz başarılı olsa ne olurdu... Cevabı da verelim isterseniz... Abdülhamit giderdi... Belki göz hapsinde bile kalamazdı... Ama gidecek ikinci şey siz olurdunuz; Suriyeliler gibi de akıl danışacak bir bilge de bulamazdınız...