Din insanlık hayatının her döneminde önemini korumuş bir müessesedir. Teknolojinin gelişmesiyle özellikle 20. yüzyılda din algısında bir gerileme olsa da çok geçmeden dinin aslında bireysel ve toplumsal bir ihtiyaç olduğu anlaşılmıştır. Batı toplumlarında görülen psikolojik rahatsızlıklar daha çok bu ihtiyacın giderilememesinden kaynaklanmaktadır. Zira insanın yeme, içme, uyuma, çalışma….gibi fizyolojik ihtiyaçlarının yanında, var olduğu kabul edilen insan ruhunun da “gıda” ihtiyaçları vardır. Bir başka deyişle ruh da bir doygunluğa ulaştırılmalıdır. Kişisel kanaatimce insan için daha önemli olan şey beden (donanım) değil ruhtur (yazılım). Zira günümüz insanının aşırı önem verdiği bedenleri ölümle birlikte anlamını yitirmekte, hatta kokmasın-çürümesin, etrafı rahatsız etmesin diye “gömülmekte…” İnsanlar kabir ziyaretine gittiğinde bir süre sonra çürüyen ve toprağa karışan bedene değil, var olduğunu kabul ettiği ruha Fatiha okumaktadır.İnsanı hayvandan ayıran da yine bedeni değil ruhu, aklıdır.   Ortaçağda Avrupa’da kiliseye karşı başlatılan hareket, egemenliğin “gökten yere indirilmesi” olarak algılandı. Gerçekten bilimsel gerçeklere karşı çıkan, hakkı olmayan bir otorite oluşturan, insanları baskı altında tutan kiliseye (skolastik düşünce)karşı Almanya’da Martin Luther’in başlattığı eylem Protestan anlayışı doğurdu ve süreç içerisinde kilisenin devlet yönetimindeki egemenliği giderek kırıldı. 1700’lü yıllardaki gelişmeler ve arkasından Fransız devrimiyle birlikte kilisenin devlet, dolayısıyla egemenlik üzerindeki bütün yetkileri sonlandırıldı. Laiklik ve seküler düşünce de bu şekilde doğdu. Dinle devlet ilişkileri ayrıldı, “tanrının” devlet işleyişine dair hâkimiyetine son verildi. Yani bir anlamda “tanrıya” karşı zafer kazanılmıştı.   Süreç; zaman içerisinde insanların din algısını da değiştirdi. Daha açık deyimle din “insanların bireyseli” (iç dünyaya ilişkin) kabul edildi ve toplumu düzenleme işlevi sadece sosyolojik anlama indirgendi. Daha açık deyimle, Avrupalı insan bu süreç içerisinde dinden uzaklaştı. Kapitalizmin de etkinlik kazanmasıyla insanlara materyalist bir zihniyethakim oldu. Kiliseler bütün imkân ve teşviklerine rağmen, ciddi bir başarı elde edemediler. İnsanların önemli bir kısmı yine bu süreç içerisinde Hıristiyanlıkla bağını kopardı ve din onlar için sadece kültürel bir ritüel haline geldi. Sömürgeciliğin de başladığı bu dönem, Avrupa’da güçlü devletlerin oluşmasına yardımcı oldu. Yani Avrupa Ortaçağın karanlıklarından bu şekilde kurtulmuş oldu.   Demokrasinin tarihi Eski Yunana, Aristo’ya kadar götürülse de günümüzdeki anlamda demokrasi 1700’lü yıllarda özellikle Fransız düşünürlerin katkısıyla gelişti. Jean Jacques Rousseau,Montesquieu, Voltaire, Diderot, Thomas Hobbes, John Locke gibi siyaset bilimci ve filozoflar,“aklı esas alan” ve daha çok çoğunlukçu demokrasiyi öne çıkaran görüşlerini bu dönemde paylaştılar. Süreç içerisinde bunun bazı sakıncaları ortaya çıkınca hem çoğulcu demokrasiye, hem de yarı doğrudan demokrasiye dönük kurumlar birer birer devreye girdi. Ekonomik gelişmişlik, eğitim düzeyinin yükselmesi, sivil toplum örgütleri ve medya gücünün de artmasıyla demokrasi daha katılımcı hale geldi. Buda iyi oldu elbet…   Batıdaki dönüşüm zaman içerisinde Doğuya, daha doğrusu İslam dünyasına da sirayet etti. Osmanlı’da batılılaşmanın tarihi biraz daha geriye götürülebilirse de 1839 Tanzimat Fermanı milat kabul edilir. Osmanlının durdurulamayan geri gidişine çare arayan dönemin ileri gelenleri, Tanzimatı ilan ederek batı tarzı bir yönetime geçmenin ilk adımını atmış oldular. Sonraki süreçte (1856) Islahat Fermanıyla güçlenen batılılaşma, 1876’da kabul edilen Teşkilat-ı Esasi ve meşruti monarşi (seçimler olduğu için) demokrasiye atılan ilk somut adım olarak kabul edilebilir. Başarısız olan süreç 1909 yılında yapılan bir darbeyle demokrasi “ikinci” kez hayata geçirildi. Bu sürece Jön Türklerin katkısını da görmezlikten gelmemek lazım… Sürece direnen II. Abdülhamit’e amansız bir muhalefet yürüttüler. İttihatçıların yönettiği süreç tam bir fecaat oldu. Zira süreç, “bozuk para gibi harcanan” (kavram Merhum Turgut Özal’a aittir) Osmanlının tarihe gömülmesiyle neticelendi.   Ve Türkiye Cumhuriyeti: Artık tamamen yepyeni bir dönem başladı. Padişah ve halifenin olmadığı bir ortamda Cumhuriyet ilan edilerek “demokrasiye” geçişin ilk adımı atıldı. Bir-iki deneme başarısız olunca, çok partili hayata geçiş 1950’ye kadar ertelendi. 1950’de bir taraftan dünyadaki konjonktürün zorlaması, bir taraftan da halkın baskılardan bıkıp usanmasından kaynaklanan endişeleri bertaraf etmek için Osmanlı-Türk tarihindeilk defa özgür bir seçim yapıldı. Demokrasi denince ilk akla gelen seçim olduğundan, 1876’daki kısa deneyim bir tarafa bırakılırsa, demokrasiye gerçek anlamda ilk örnek olarak nitelendirilebilir bu dönem…   Bu tarihten sonra demokrasi insanların ağzında pelesenk oldu Türkiye’de… Herkes demokrasi diyordu ama, herkes de başka şey anlıyordu. Halkın iradesi bir türlü meclislere gerçek anlamda yansımıyordu. Zira her bir seçim değişik yöntemlerle doğrudan ya da dolaylı, içerden veya dışardanmanipüle edilmekteydi. Darbelerin gerekçesi bile demokrasi oldu (12 Eylül darbe gerekçesini hatırlayın). Demokrasinin çok önemli bir vazgeçilmezi olansiyasi partiler yine aynı gerekçeyle kapatıldı. Yani sürekli “demoklesin kılıcı” siyasi partilerin tepesinde sallandırıldı. Darbeler, muhtıralar birbirini kovaladı. Süreç 2007’ye kadar devam etti. Bundan sonra olmayacağı ümit ediliyordu, ancak bu “ümit” 28 Şubat sürecinden önce de 27 Nisan 2007 e-muhtırasından önce de vardı, ama Türkiye 2013’te hayata geçirilen yeni bir darbe girişimiyle mücadele etmek zorunda kaldı.   Kimi çevreler demokrasinininsanlığın keşfettiği “en iyi yönetim biçimi” olduğunu iddia eder. Bir kere iyi ya da kötü denen şey subjektiftir. Kime ve neye göre iyi diye sormak gerek… Düşünsenize Çini… Demokrasi olsaydı bugünkü Çin olur muydu? Nesi var Çin’in derseniz, Çin iç çatışmaların yaşanmadığı, kendi açısından önemli bir refah seviyesini yakalamış, ekonomik olarak dünyanın en büyük ikinci gücü olan bir “dünya” devletidir… ABD Çini nasıl durduracağı konusunda kara kara düşünüyor. 2001’de Dünya Ticaret Örgütüne kabul etti kontrol etmek içinama, Çin daha da büyüdü. Şimdi Çin’in ekonomik olarak ABD’yi hangi tarihte geçeceğine dair tahminler yapılıyor. Batı1989’da; Çin’e de “demokrasiyi” getirmeyi denedi ama, bu çok kanlı bir şekilde bastırıldı. “Demokrasi” gelseydi hala bir ve bütün bir Çin olur muydu, şüpheliyim… Bunları Çin yönetimini övmek için yazmıyorum elbette… Çin yönetiminin sicili ortadadır. Her ülkeye has farklı bir yönetim anlayışı olabileceğini ortaya koymak için ifade ediyorum.   Gelelim demokrasinin neden dinimiz olmaması gerektiğine… Zaten Türkiye’de kime sorsanız, demokrasinin bir din olmadığını, kendisinin de Müslüman olduğunu söyler… Ancak Müslümanlık kendi ilkelerinden başkasını kabul etmez. Yani payandaya ihtiyacı yoktur. Müslüman olan kişi için asıl öncelikliolan, dinini doğru ve “güncel” bir şekilde anlamaktır. İslam, demokrasi veya diğer herhangi bir ideoloji ya da anlayışın sınırları içerisine hapsedilemez. Bu durum dinin demokrasiyle örtüşen tarafının olmadığı anlamına gelmez. Örtüşen ve örtüşmeyen taraflarıolabilir. Ama bunun sosyalizmle örtüşen-örtüşmeyen tarafından farklı, ondan üstün ve öncelikli bir yanı yoktur. Örtüşmeyen tarafların göz ardı edileceği anlamı çıkmaz buradan… Ayrıca çakışan yerleri iyi, çakışmayan yerleri kötü de değildir. (Belki bu demokrasinin İslam’la çakışan yerleri için söylenebilir).   Doğal olarak demokrasinin Müslümanlara kazandıracağı, kazandırdığı şeyler de yok değildir. Zira batılılar büyük ve uzun mücadelelerle bugünkü haklarını elde etmişlerdir. Müslümanların sorunu ise dini “güncel” olarak anlayamamaktır. Maalesef İslam dünyası,Abbasiler dönemindeki Bağdat’ta olduğu gibi bilimin ve düşünce üretilen kurumların merkezi değildir. Kanaatimce Müslümanların düşünsel bazdaciddi bir yenilenmeye ihtiyacı vardır. Bunun anlamı; dinin günün şartlarına göre yorumlanması, anlaşılmasıdır. Bu kişisel bir düşünce de değildir. Dinin bizatihi kendisidir. Zira temel iki kaynak (Kur’an ve Sünnet) genel bir çerçeve çizer. Bu iki kaynağa aykırı olmamak üzere icmaa yani içtihat müessesesi dinin günün koşullarına göre yorumlanmasına yardımcı olur. Meşhur bir Hadisi şerif vardır içtihat müessesesine dair: Ümmetimin ihtilafı rahmettir. (Konu içtihat müessesesi olmadığından bu konuda daha fazla bir şeypaylaşmak istemiyorum). Dolayısıyla dini günümüz koşullarında anlamamıza yarayan içtihat müessesesi işletilirken demokrasinin tecrübelerinden ve uygulamalarından yararlanılabilir. Bu İslam’ı demokrasinin sınırlarında yorumlama anlamına gelmez. Nitekim İslam’ın sosyalizmle çakışan tarafları da vardır. Bu nasıl ki İslam’ın sosyalizm olarak yorumlanmasını gerektirmiyorsa demokrasi olduğu anlamına da gelmez.   Demokrasi belki diktatörlüğe, belki oligarşiye, belki vesayetçi-jakoben anlayışa, belki faşizme…göre daha iyidir, ama o kadar… Demokrasi bizim inanç sistemimiz yerine geçemez. Kişi kendisini demokrat olarak tanımlıyor ve her eylemini demokratik olup olmamaya göre tasnif ediyorsa,bu, demokrasiye inanmaktan başka bir şey değildir… Mutlaka da, “ben İslam’dan vazgeçtim demokrasi dinine geçtim” demek gerekmez. Dinin sizin nezdinizdeki yeridir önemli olan… Hangisini daha öncelikliyorsunuz… Hangisi sizin davranışlarınızın belirleyicisi… Ya da demokrasi anlayışına uymayan din kurallarının sizin nezdinizdeki kabul edilebilirliği nedir? Eğer demokrasiye uymayan taraflar sizin kafanızda sorun teşkil ediyorsa dininizin hangisi olduğunu sorgulamakta fayda var. Eğer her ikisi de diyorsanız (bunun anlamı ben demokrasiye inanıyorum ama dinin demokrasiye uygun olan tarafları açısından benim için bir sorun yok demektir. Yani dine eksik inanmış olursunuz. Bunu da din kabul etmez) daha büyük bir sorun var demektir. Ama ben onun adının ne olduğunu bile zikretmek istemiyorum burada…İslam dininin temel dayanağı tevhit, “egemenliğin” kime ait olduğunu da içerir. Ama halaaynı noktadaysanız, ben İslam dininin kitabı Kur’an’ın ifadesiyle cevap vermek istiyorum: Sizin dininiz size, benim dinim bana… Vesselam…